Abraham Lincoln 1865’te öldürüldü. ABD, İç Savaş’ın yaralarını saracak nitelikler taşıyan bir geçmişe ve coşkuya sahip liderinden yoksun kaldı. Ardından seçilen Andrew Johnson, savaş sırasında Birlik’e sadık kalmış bir güneyliydi. Ancak Johnson’un (Cumhuriyetçi) partisi, eski Konfederasyona karşı yumuşak davrandığını bahane ederek onu başkanlıktan indirmek için hukuki bir süreç başlattı. Johnson beraat etti. Onun beraati, ‘güçlerin ayrılığı ilkesi’ açısından önemli bir zafer olarak görüldü. Bir başkan, siyasi tutum açısından Kongre ile ters düştüğünde değil ancak, Anayasa’da yazılı olan “ihanet, rüşvet ya da diğer ağır suçlardan dolayı” azledilebilirdi.
İç Savaş’ın bitiminden birkaç yıl sonra ABD, sanayide öncü güç haline gelmiş, beceri sahibi iş adamları servet sahibi olmuştu. Kıtayı kateden ilk demir yolu 1869 yılında tamamlandı. 1900 yılına gelindiğinde ABD’nin demir yollarının uzunluğu tüm Avrupa’dakilerin toplamını aşmıştı. Petrol sanayi gelişmişti.
Standart Oil Company’nin kurucusu John D. Rockefeller Amerika’nın en zengin kişilerinden biriydi. Yoksul bir İskoç göçmeni olarak hayata atılan Andrew Carnegie, çelik fabrikaları imparatorluğu kurdu. Güneyde tekstil, Chicago, Illinois’te ise et paketleme fabrikaları giderek çoğaldı. Telefon, ampul, fonograf (pikap), alternatif akım motoru, transförmatör ve sinema filmi gibi bir dizi icadın ardından elektrik sanayi gelişmişti. Chicago’da mimar Louis Sullivan, çelik konstrüksyon kullanarak inşa ettiği gökdelenlerle çağdaş kentlere katkıda bulundu.
Ancak denetimsiz ekonomik büyüme, tehlikeleri de beraberinde getirmişti. Demir yolları, rekabeti azaltmak için birleşti ve nakliye ücretlerini belirlemeye başladılar. Tröstler, -büyük şirket grupları- bazı sanayileri (özellikle petrol) denetim altında tutabilmek için tekel oluşturdular. Bu büyük kuruluşlar, bol miktarda imalat yapıyor ve mamullerini ucuza satabiliyorlardı. Aynı zamanda fiyatları sabitleyerek rakiplerini de piyasadan silebiliyorlardı. Federal hükümet bu duruma engel olmak için harekete geçti. Demir yolu ücretlerini denetlemek için 1887’de Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu kuruldu. 1890’da çıkartılan “Sherman Antitröst Yasası”, ticareti sınırladığı gerekçesine dayanarak, şirketlerin birleşmesini ve tröstleri yasakladı.
Sanayileşme, işçilerin örgütlenmesini de beraberinde getirmişti. Meslek sendikalarının birleşmesiyle 1886’da Amerikan İşçi Federasyonu kuruldu. 19. yüzyılın sonları, ülkenin yoğun göç aldığı bir dönemdi. Yeni sanayilerde çalışan işçilerin çoğu yabancı ülkelerde doğmuştu. Amerikan çiftçisi zor günler geçiriyordu. Gıda fiyatları düşüyordu. Çiftçiler ağır vergiler, yüksek nakliye ücretleri, ev taksitleri ve gümrük vergilerinin altında eziliyorlardı.
1867’de Rusya’dan satın alınan Alaska dışında Amerikan topraklarında 1848 yılından sonra genişleme olmadı. Ama 1890’da ülkeye yeni bir genişleme ruhu hakim olmaya başladı. ABD, Kuzey Avrupa ülkelerinin yolunu izleyerek Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarına uygarlık götürmeyi kendine görev edindi. Amerikan gazeteleri, Küba’daki İspanyol Kolonisi’nde yaşanan vahşeti kamuya açıkladığında ABD ile İspanya 1898’de savaşa girdi. Savaş sona erdiğinde ABD, İspanyollardan; Küba, Filipinler, Porto Riko ve Guam’da toprak kazanmıştı. Ayrıca Hawaii Adaları’nı da ele geçirdi.
İmparatorluk zincirlerinden kurtulmuş olan Amerikalılar, yeni bir imparatorluğu yönetmekten memnun değillerdi. 1902’de Amerikan birlikleri Küba’yı terk etti. Ama yeni cumhuriyete, ülkede ABD’nin donanma üslerini bulundurma şartı koşulmuştu. Filipinler, 1907 yılına kadar sınırlı yetkilere sahip bir hükümet tarafından yönetildi. 1946’da tam bağımsızlığa kavuştu. Porto Riko, ABD bünyesinde, kendi kendini yöneten bir ortak pazar haline geldi. Hawaii ise 1959’da (Alaska gibi) eyalet oldu.
Amerikalılar ülke dışında tehlikeli maceralara atılırken, ülke içindeki sosyal sorunlara da yeni bakış açıları getiriyorlardı. Ülkedeki refah görüntüsüne rağmen, sanayi işçilerinin yarısı hâlâ yoksulluk içinde yaşıyordu. New York, Boston, Chicago ve San Francisco; müzeleri, üniversiteleri ve halk kütüphaneleriyle gururlanırken bir yandan da kenar mahalleri yüzünden utanç duyuyorlardı. O dönem, “laissez faire” (bırakınız yapsınlar) ilkesi hakimdi. Hükümet, “ticarete, elden geldiğince az müdahale etsin” deniyordu. 1900 yılında İlerici Hareket başladı. Amaç, hükümet eliyle bireylerde ve toplumda reformdu. Hareketin destekçileri, siyasi sorunlara bilimsel, ucuz ve etkin çözümler arayan ekonomistler, sosyologlar, mühendisler ve bürokratlardı.
Sosyal görevliler, kenar mahallelerde, yoksullara sağlık hizmeti veren, aynı zamanda eğlenceli vakit geçirebilecekleri merkezler kurdular. İçki yasağı taraftarları, alkolik erkeklerin, eşlerine ve çocuklarına zarar vermesini önlemek için içki satışlarının yasaklanmasını istediler. Reformcu politikacılar, kentlerdeki yozlaşmayla mücadele ediyordu. Toplu taşımacılığı yeniden düzenlediler ve belediyelere ait tesisler kurdular. Eyaletler, çocuk işçi çalıştırılmasını önleyen, çalışma günlerini azaltan, iş kazası geçiren işçilere tazminat ödenmesini sağlayan yasalar çıkardı.
Bazısı daha köktenci çözümler öneriyordu. Eugene V. Debs’in liderliğindeki Sosyalist Parti, Eyaletlerde, kendileri tarafından yönetilen (özyönetimsel) ekonomilere, demokratik ve barışçıl bir geçişi savunuyordu. Ancak sosyalizm, ABD’de kendine sağlam temel bulamadı. Sosyalist Parti’nin en büyük başarısı, 1912 yılındaki başkanlık yarışında oyların % 6’sını almasıydı.
1914’te Avrupa’da 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Başkan Woodrow Wilson Amerika’nın tarafsız kalmasında ısrar etti. Ancak Almanya, müttefik ülke limanlarına giden tüm gemilere saldıracağını ilân edince tutumunu değiştirmek zorunda kaldı. Kongre, Almanya’ya 1917 yılında savaş ilân ettiğinde Amerikan ordusundaki asker gücü sadece 200,000 kişiydi. Milyonlarca erkeğin orduya çağrılması, eğitilmesi ve denizaltılarla Atlantik’in öbür kıyısına gönderilmesi gerekiyordu. ABD’nin, savaşa katkıda bulunacak duruma gelmesi için 1 yıl geçmesi gerekti.
1918 sonbaharında Almanya’nın durumu umutsuzdu. Amerikan takviyesi karşısında orduları geri çekilmek zorunda kalmıştı. Kasım ayında Almanya barış istedi. 11 Kasım’da ateşkes ilân edildi. Wilson, barış antlaşmanın hazırlanmasına yardımcı olmak üzere 1919 yılında Versailles’a (Versay) gitti. Müttefik ülke başkentlerinde coşkuyla karşılanmasına rağmen kendi ülkesinde hoşnutsuzluk vardı. Önerdiği Milletler Cemiyeti maddesi Versailles Antlaşması’na eklenmişti. Ancak ABD Senatosu bu öneriyi onaylamadı ve ABD Milletler Cemiyeti’ne katılmadı.
Amerikalıların çoğunluğu bu başarısızlık yüzünden yas tutmaya kalkmadı. Ve ABD, Avrupa’nın sorunlarından uzaklaşıp kendi iç sorunlarıyla ilgilenmeyi seçti. Bu sırada, Amerikalıların içinde yabancı düşmanlığı başlamıştı. 1919’da yaşanan bir dizi terörist bombalama olayı “Kızıl Korkusu” yarattı. Başsavcı A. Mitchell Palmer’ın başkanlığında siyasi gösteriler düzenlendi. Çoğu, hiçbir suç işlememiş olan yüzlerce yabancı asıllı radikal siyasetçi sınır dışı edildi. 1921 yılında İtalya doğumlu 2 anarşist, Nicola Sacco ile Bartolomeo Vanzetti, somut olmayan (afaki) delillerle cinayet suçundan hüküm giydi. Aydınların karşı çıkmasına rağmen 1927’de elektrikli sandalyede idam edildiler. 1921 yılında Kongre, göçmen kabulüne sınırlama getirdi. Bu sınırlamalar 1924 ve 1929 yıllarında daha da arttırıldı. Ancak sınırlamalar Anglo-Saxon ve Kuzeyli ülkeler lehine düzenlenmişti.
1920’lerde ülkenin durumu çok karışıktı. Püriten muhafazakârlıkla, hazcılık ilkesini savunanlar içiçe yaşıyordu. Yasaklar dönemiydi. 1920’de anayasaya eklenen bir maddeyle içki satışları yasaklandı.
Ama içki düşkünleri, “speakeasies” denilen yasadışı lokallerde bu yasağı delmeyi başlarıyor, gangsterler ise bu sayede kara para kazanıp servet yapıyordu. Aynı zamanda “Kükreyen Yirmiler” dönemiydi. Cazın ve sessiz sinemanın çıkışıydı. Bayrak direğinde oturmanın ya da süs balığı yutmanın eğlence kabul edildiği bir dönemdi. İç Savaş sonrasında, Güney’de doğan ırkçı Ku Klux Klan örgütü yeniden taraftar bulmaya başladı. Zenciler, Katolikler, Yahudiler ve göçmenler şiddete maruz kalıyordu. Aynı dönemde, Katolik New York Valisi Alfred E. Smith, başkanlık için Demokratik Parti’nin adayıydı.
Büyük şirketler, 1920’lerde altın yıllarını yaşıyordu. ABD tüketim toplumu haline gelmişti. Radyo, ev cihazları, sentetik tekstil maddeleri ve plastik pazarı alabildiğine genişliyordu. Otomobil fabrikalarına montaj bandını kazandıran Henry Ford’a herkes hayrandı. Ford, işçilere yüksek ücret ödediği halde, T Model otomobillerin seri üretiminden büyük kârlar elde edebiliyordu. T Modeli, halkın bütçesine de uygundu. Milyonlarca kişi tarafından satın alınıyordu. O dönemda ülkeye sanki Midas dokunmuş gibiydi.
Ancak bu yapay refah maskesinin altında derin sorunlar gizliydi. Kârlar yüksek, faizler düşüktü. Yatırıma yönelecek nakit çoktu. Ancak paranın çoğu borsadaki sorumsuz tutumlar yüzünden spekülasyonlarda kayboldu. Hisse senedi fiyatları “reel değer”lerinin çok üzerine çıktı. Yatırımcılar, ihtiyat akçesi verip hisse topluyorlar, o paranın da % 90’ını borçlanarak temin ediyorlardı. Ama 1929 yılında Borsa çöktü. Dünya çapında bir kriz doğdu.