“İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yasin, 36/77-79)
Yaşadığımız hayatın vazgeçilmez bir özelliği de sonlu olması, yani belirli bir süre hayatta kalmamız, daha sonra biyolojik varlığımızın son bulmasıdır. Bu ölüm gerçe-ğine engel olma, onu geciktirme veya durdurma imkânımız yoktur. Çünkü her can-lının belirli bir ömrü vardır; o zaman geldiğinde hiçbir gecikme olmayacak ve her canlı ölümü tadacaktır (Âl-i İmran, 3/185; A’râf, 7/34). Ruhlar âleminde başlayıp anne rahminde devam eden ve nihayet dünyaya gözlerimizi açtığımız bu hayat, öldükten sonra son bulmayacak ve yeniden farklı bir boyutta hayatımız devam edecektir. Zira ölüm, bir yok oluş değildir; bu hayatta yaptığımız iyilik ve kötülüklerin hesabı görü-lecektir. Nitekim bu gerçekten kaçışın olmayacağı bir ayette şöyle bildirilmektedir:
“De ki, “Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya! O mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, insan kavrayışı içine girebilen âlemi de bilen Allah’a döndürüleceksiniz de, o size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.”
Ölümle, her an iç içe yaşamaktayız. Ancak hayatımızın ne zaman ve nerede son bulacağını bilmemekteyiz. Kim bilir o an, belki de şu andır. Hatta bu satırları oku-yup bitirmeye fırsatımız olmayacak.
Şu halde ölüm, korkulacak bir durum olmayıp, her canlının mutlak ve kaçınıl-maz sonudur. Nitekim hiçbir insanın ölüme karşı koyduğunu ve bunu başardığını göremeyiz. Hatta Peygamberler için de aynı gerçeğin olacağı ve yeni bir hayata geçi-leceği şöyle ifade edilmiştir:
“Biz senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?”
Ayette; “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran, 3/185) buyurulmaktadır. Ölüm gerçeği ne kadar kesin ise, öldükten sonra tekrar dirilmek de aynı şekilde kesindir. Nitekim bu ayetin devamında bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:
“…Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennem-den uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir…”
Kur’an’da, Allah’ın birliği (tevhid) inancından sonra en çok zikredilen konular-dan biri de, öldükten sonra dirilmek ve bu dünyada yaşadığımız hayatın hesabını vermektir. Dolayısıyla ahiret inancı, Kur’an’da imanın temel şartları arasında sayılan son derece önemli bir konudur. Daha ilk sure olan Fatiha’nın ilk ayetlerinde yüce Allah kendisini, “Din gününün maliki” olarak tanıtır. Hatta diyebiliriz ki, Kur’an’da âhiret gününden bahsetmeyen hemen hiçbir sûre yoktur. Ölümden sonra dirilme, kıyamet, cennet, cehennem gibi olaylar, kısaca ahiret hep bu “gayb” konusunun içerisinde yer alır. Âhiret hayatının mahiyeti ve âhiretteki durumlar ile ilgili bilgiler, beş duyumuzla kavrayacağımız konular olmayıp, gayba ait konular olduğu için, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerle ve akılla açıklanamaz. Bu konuda tek bilgi kaynağımız vahiydir. Kur’an’da ve sahih hadislerde nasıl anlatılmışsa onunla yetiniriz. Bunun ötesinde aklî bir yoruma gitmemiz doğru olmaz.
Sağlıklı düşünebilen bir insan; aklı, kendisinde bulunan adalet, sorumluluk, ebedîlik ve sonsuzluk duygusu ile insanın başıboş ve amaçsız yaratılmadığı fikrin-den hareketle, âhiret hayatının varlığını tabii bir şekilde kabul eder.
Hepimizde sonsuzluk ve ebedîlik duygusu vardır. İşte öldükten sonra diriltil-memiz ve yeni bir hayat yaşama isteğimiz, âhirete inanmayı gerekli kılmaktadır. Bu sayede, dünya hayatımız daha da bir anlam kazanmakta ve ölüm ile yok olmayaca-ğımızı daha iyi kavramaktayız. Nitekim Kur’an’da, hayatı sadece bu dünya ile sınırlı görenler şiddetle reddedilmiş, ahirette tekrar diriltileceğimiz ve yaşamaya devam edeceğimiz belirtilmiştir. Ayette; “De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüp-he götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler…” (Câsiye, 45/26-27) buyurulmuştur.