“Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allah’ın (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda da kesin olarak inanan bir toplum için elbette nice deliller vardır. Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Câsiye, 45/3-5)
Akıl, kâinatta cereyan eden olaylar arasında mantıklı bir örgü kurmaya, hadi-selerin niçin ve nasıl meydana geldiğini kavramaya ve bir sonuca ulaşmaya çalışır. Meselâ, insan, akıl ve tecrübe yoluyla bir filizin yeşermesi veya bir tohumun mahsul vermesi için toprağa atılması gerektiğini bilir ve bu amelin bir sonucunun olacağına; yani mahsul vereceğine inanır. Elde edilen mahsulün kendiliğinden olamadığına, onu işleyen ve toprağa atan birinin olması gerektiğine aklıyla hükmeder ve böy-le olduğuna inanır. Evrendeki düzenin sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak cereyan ettiğini kavrayan akıl, tefekkürünü derinleştirdiği zaman evrenin ve evrendeki mü-kemmel nizamın da sebepsiz olmadığını, bu düzeni ve işleyiş ahengini yaratan bir kudretin olması gerektiğine hükmeder.
Kur’an-ı Kerim’de insan, aklını kullanmaya, düşünmeye ve ibret almaya davet edilmektedir. Bunun güzel bir örneği olarak Hz. İbrahim verilir. O, aklını kullanmak suretiyle evrendeki harika nizamın bir yüce Yaratan’ı olması gerektiğine hükmetmiş ve O’na iman etmiştir (Bk. En’âm, 6/74-79; Mümtehine, 60/4). Demek ki inanmak, Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, akıl ve tecrübeye dayanan mantıklı bir muhake-meyle erişilen bilinçli bir olgudur. İnsan akıl ve ibret gözüyle kâinatı ve içerisindeki hadiseleri tefekkür ettiğinde imanındaki bilinç hâlini yakalar. Böylece insan Allah’a iman etmiş olmanın itminanını/doyum hâlini yaşar ve huzur duyar.
Genel olarak insan, özel olarak da müminler aklı kullanmakla sorumlu tutul-duğu için akıl ve imanın birbirinden ayrılması düşünülemez. Bunun için dinî tek-liflerde akıl esas alınmıştır. Meâlini zikrettiğimiz âyet-i kerimeler, bu itibarla, aynı zamanda, iman ile akıl arasındaki doğru ilişkiye işaret etmektedirler. Buna bağlı olarak iman etmiş olmak, alelade bir hadise olmayıp mantıkî ve ilmî veriler sonu-cunda ulaşılan bir bilinç hâlidir; bu bilinç düzeyi müminin Allah ile olan ilişkisini belirler. Dolayısıyla iman etmiş olmak akıl dışı değil, bizatihi aklı kullanmış olmanın bir sonucudur. Kâinatta işleyen harikulade nizam aklî ve ilmî veriler çerçevesinde değerlendirildiğinde bu sanat eserinin bir sanatkâra dayandığı o sanatkârın da ancak yüce Allah olduğu idrak edilmiş olur.
Yüce Allah’ın mahiyeti ise insan idrakini aştığından; O’nun nasıl olduğu, ilahî vahyi nasıl indirdiği ve buna bağlı olarak öteki âlemin ne olduğu hususları da gayr-i makûl/akledilemez değildir; ancak bunlar insan aklının, idrakinin ötesine taşan hakikatlerdir. Yani akıl onların mahiyetini tam anlamıyla kavrayıp izah edebilecek yeterlikte ve göz de insana gayb olan bu hususları görebilecek nitelikte değildir. Bu itibarla Kur’an’da iman konuları, “gayb”a iman olarak nitelendirilmektedir. Ancak insanın görünenden hareketle bu görünmeyenlerin hakikat olduğuna hükmedebilir ve bunların akledilebilir hadiseler olduğunu idrak edebilir.
Yüce Allah, mealini verdiğimiz âyet-i kerimelerde gerek bizim, gerekse diğer can-lıların yaratılışında, kâinatın işleyişinde; gece ve gündüzün birbiri ardınca bir seyir izlemesinde, yağmurla birlikte yeryüzünün canlanmasında ve rüzgârın esmesinde akıl sahipleri için birçok deliller olduğunu belirtir. Bu deliller, kâinatta işleyen ku-sursuz mükemmel düzenin bir tesadüfün değil, güç ve kudret sahibi yüce Yaratı-cının eseri olduğunu ispat eder; bizi, O’na iman etmeye çağırır. Nahl suresinin 12. âyetinde şöyle buyrulur:
“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.”
Bu itibarla Allah’ın yüce yaratıcı olduğuna inanan biz müminler, kâinata ve içeri-sindeki her şeye akıl ve ibret gözüyle bakmalıyız. İbret gözüyle bakabilmek, aklımızı ve tefekkür gücünü kullanmaya bağlıdır. Kâinatın işleyişindeki ulvi ahengi tefekkür edip kavradıkça Allah’a olan imanımız tahkîk mertebesine erişir. Böyle bir iman, bilinçsiz/taklidî bir iman değil, aklî delillere ve aklı kullanmaya dayanan bilinçli/ tahkikî bir imandır.