“Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim, 14/52)
Bu surenin başı ile sonu arasında gözlerden kaçmayan bir anlam bütünlüğü mev-cuttur. Tekrar hatırlayacak olursak ilk ayet, kutsal Kitabımızın tüm insanlığa hitap eden evrensel bir bildiri olduğunu ve insanları karanlıklardan kurtarıp tek olan aydınlık yola çıkarmayı hedeflediğini vurguluyordu. Üzerinde düşüneceğimiz bu son ayet ise, Kur’an’ın, tüm insanları uyarmayı, tevhit düşüncesini yerleştirmeyi ve akıl sahiplerinin öğüt almalarını amaçlayan ilahî bir fezleke (bildiri) olduğunu hatırlatmaktadır.
Kur’an’ın hem indiriliş sebebini hem de hedefini bir cümleyle özetleyen bu ayet, kutsal Kitabımızla bağımızı veya ilişkimizi nasıl ve hangi amaçla şekillendireceği-mizi göstermesi bakımından büyük önem arz etmektedir. “Bu (kitap) insanlara bir bildiridir” ifadesiyle anlıyoruz ki, rengi, dili, milleti ve cinsiyeti ne olursa olsun bü-tün insanları muhatap almıştır. Hac mevsiminde de gördüğümüz gibi dünyanın çok değişik uluslarından ve bölgelerinden insanların ortak duygu ve düşüncelerle bir araya geliyor olmaları bunun apaçık bir göstergesidir.
Allah’ın kitabının “insanlara bir uyarı” olması, Kur’an’da sık sık karşımıza çıkan bir hatırlatmadır. Bundan bin dört yüz yıl önce insanları gaflet uykusundan uyandı-rıp onlara hakikati gösteren Kur’an, bu gün de aynı fonksiyonunu sürdürmektedir. Ayrıca yüce Kitabımızın bir “uyarı” olması, ondan yüz çevirip gösterdiği hakikatlere kulak tıkayanların hesap günü “bilmiyordum” veya “duymamıştım” gibi ortaya dö-kecekleri mazeretleri (Kıyamet, 75/15) geçersiz kılacaktır. Şu halde ahirette mazeret dökecek duruma düşmek istemiyorsak şimdiden bu uyarıya kulak vermeliyiz. Bunun yolu da bizlere dünya ve ahiret mutluluğunun kapılarını açan kutsal Kitabımızı okuyup üzerinde tefekkür etmek ve ondan öğüt almaktır. Ancak tevhid inancını gerçek anlamda özümsemeden ondan öğüt almak ve ders çıkarmak mümkün de-ğildir. Allah’tan başka ilâh olmadığını onun yeryüzünde de gökyüzünde de bütün evrende her türlü tasarruf yetkisini elinde bulunduran tek varlık olduğunu ifade eden tevhid düşüncesi, madde ve mana, fizik ve ruh dünyamıza tamamen hâkim olmalıdır. Bu düşünce bizlerde zorunlu olarak tek bir mabudun kulu olma ve sadece ona itaat etme bilincini doğuracaktır.
Tevhid inancının sağlayacağı bu bilinçten sonra akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) ola-rak Allah’ın ayetleri üzerinde gerçek anlamda düşünebilir ve onlardan öğüt alabili-riz. Fakat şu var ki, özünü muhafaza etmiş ve her türlü ön yargılardan arınabilmiş saf bir akıl Kur’an ayetleri üzerinde düşünebilir, onlardan ibret ve öğüt çıkarabilir. Zira ön yargılar aklın anlama ve düşünebilme kabiliyetini yok eder.
On dört asırdır tüm insanları uyarmaya, düşünmeye ve öğüt almaya davet et-mekte olan yüce Kitabımız bu gün de bizlere seslenmektedir. Asırlar geçti ama o hâlâ canlılığını ve tazeliğini koruyor. Yüzyıllardır bataklıklar içinde yüzen nice in-sanların karanlık dünyalarını aydınlatan, gökten inen yağmur gibi nice beldelere rahmet yağdıran bu yüce Kitabın mirasçısı olmak bizler için büyük bir şeref ve gu-rur kaynağıdır. Ancak bu gururu taşımak aynı zamanda bir sorumluluk yüklemek-tedir bizlere. Nedir bu sorumluluk? Vefatından kısa bir süre önce ümmete “ağır” bir emanet bıraktığını buyuran sevgili Peygamberimiz (s.a.s), bu emanete sımsıkı sarıl-dığımız müddetçe asla yanlış yola düşmeyeceğimizi söylerken (Müslim, “Fedâilu’s Saha-be”, 37) aslında sorumluluğumuzun ne olduğuna da işaret etmiş oluyordu: Allah’ın kitabına sımsıkı sarılacaktık. Ama sadece odalarımızı süslesin diye kılıflara hapsedip duvarlara asarak değil! Yalnız ölmüş bedenlere umut olsun diye kabristanlarda oku-yarak da değil! Nasıl mı? Tabi ki, ölü ruhlarımızı diriltsin, hasta kalplerimize şifa ol-sun diye sarılacaktık ona. Hayatımızı süslesin diye sahip çıkacaktık o kutlu mirasa. Şahsiyetimiz, ailemiz, neslimiz bozulmasın diye, geçici ve süslü dünya nimetlerinin cazibesine kapılıp kendimizi kaybetmeyelim diye bağrımıza basacaktık
Şimdi hepimiz soralım kendimize Allah’tan geldiğine gönülden inanan insanlar olarak bu ezelî Kelam’ın madde ve mana dünyamızdaki yeri nedir? Her biri bizim için bir öğüt, şifa hidayet ve rahmet kaynağı (Yûnus 10/57) olan ayetler üzerinde dü-şünüp onlardan yeterince öğüt alıyor muyuz acaba? Kısacası son Peygamber’in biz inananlara miras bıraktığı bu yüce emanete ne kadar sahip çıkabiliyoruz?
Son olarak şu ayete kulak verelim:
“Andolsun ki Kur’an’ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; yok mudur öğüt alan?” (Kamer,54/22)