“Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir
şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı. Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür. Şüphesiz biz, içinizden yalanlayanların olduğunu elbette biliyoruz. Şüphesiz Kur’an, kâfirler için mutlaka bir pişmanlık sebebidir. Şüphesiz Kur’an, gerçek kesin bilgidir. O hâlde sen, yüce Rabbinin adıyla tespih et.” (Hâkka, 69/38-52)
Okuduğumuz ayet-i kerimelerde Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in bir şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Peygamberin kendi sözlerini Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını bildirmiştir. Farz-ı muhal Hz. Pey-gamber, Kur’an-ı Kerim’e Allah’ın izni olmadan en ufak bir kelime bile katmış olsa şah damarının koparılacağı bildirilerek Kur’an-ı Kerim’in şüphesiz ve katıksız Allah kelamı olduğu ifade edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, “Allah Teâlâ’nın Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arapça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde yalan söylemeleri mümkün olmayan gayet üstün vasıflı insanların topluca birbirlerinden tevâtürle naklettikleri ve Mushaflarda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son ilâhî kitap-tır.” Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Onlar, hâlâ Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu ve manasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı.”
Kur’an-ı Kerim, hem lâfzı hem de manasıyla bir bütün olarak Allah kelamıdır. Lafzını manadan veya manayı lafzından ayırmak caiz olmaz. Zira O, “kelamullah”tır. “Kelam” denilince de hem harf ve lafızlar hem de mana onun isimlendirilmesine ve anlamına dâhil olur. Bu nedenle âlimler; “Kur’an, lafız ve mananın müşterek ismidir, ikiden biri bulunmazsa, ona Kur’an denemez” diyerek fikir birliğine varmışlardır. Ayrıca lafzı kaldırıldığında mucizeliğinin bir bölümü de yok olmuş olur. Çünkü Kur’an, hem lâfzı hem de manası itibariyle, en büyük ve ebedî bir mucizedir. Nite-kim Kur’an’ın lâfzındaki üslup ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazire getire-mediği gibi, bundan sonra da getiremeyecektir.
Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başladığı dönemde Arap Edebiyatının, zirve döne-mini yaşadığı tarihen bilinen bir gerçektir. Arap dilinin en büyük şairleri ve edebi-yatçıları o dönemde yetişmiştir. İşte böyle bir dönemde Kur’an-ı Kerim onlara şöyle meydan okumuştur:
“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı da) çağırın ve bunu ispat edin.”
“De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak bu Kur’an-ı Kerim’in bir ben-zerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.” (İsrâ, 17/88).
Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap edebiyatçılarından birisi, Kur’an’ın yüceliği karşısında şöyle söylemekten kendini alamamıştır: “Vallahi, benden iyi şiir bileniniz ve benden üstün kaside yazanınız yoktur. Vallahi, o, bunlardan hiç birisine benze-memektedir. Vallahi onun sözlerinde bir tatlılık ve güzellik vardır. Dalları bereketli, kökü kuvvetlidir. O, altındakileri ezmektedir.”
Ayrıca Kur’an-ı Kerim, en yüksek hakikatleri ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübe-nin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri 14 asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur’an’ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göster-mektedir. Meselâ, güneşin kendi etrafında döndüğü, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı (Yasin, 36/38-39); piramitlerin açılıp Firavun’un mumyalarının ortaya çıkarılması (Yûnus, 10/92); Ehl-i kitap olan Bizanslıların ateşperest olan İranlılara -daha önce mağlup olmuşken bir süre sonra-galip geleceklerini bildirmesi (Rûm, 30/1-5); büyük denizlerin sularının birbirlerine karışmaması (Rahman, 55/20) gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir. Hâlbuki Kur’an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir.
İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur’an’a aykırı düşmez. Bilakis müspet ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi, Kur’an’ın tefsirini ve açıklanmasını kolaylaştırır. Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşmekte; ihtiva ettiği hakikatler daha parlak şekilde orta-ya çıkmaktadır. Bütün bunlar, Kur’an mucizesinin kıyamete kadar bâkî olduğunun birer delilidir.