Türk – İslam devletlerinin tarihî tecrübede elde ettikleri bütün medeniyet birikiminin doruk noktasına Osmanlılar ile ulaşılmıştır. Osmanlı Devleti, bilhassa Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in tecrübesinden beslenerek devam etmiş ve kendi dönemlerine gelinceye kadar Türk – İslam devletlerinin tecrübesinden de hareketle elde ettikleri medeniyet telakkilerini miras olarak almışlar ve kendi ruhlarını da katarak bu muazzam birikimi yaşatmaya çalışmışlardır. Özellikle kurdukları vakıflar, imâretler, hastaneler ve şifahaneler başta olmak üzere inşa ettikleri daha birçok sosyal müesseseler ile tüm insanlığı kucaklayan bir gönül medeniyeti inşa etmişlerdir.
Surre-i Hümâyûn da Türk – İslam tarihinde dini ve insani bir gaye ile oluşturulmuş diğer bütün müesseselerden birisidir. Arapça kökenli “Surre” kelimesi sözlükte “içine altın ve para gibi kıymetli eşyaların konulduğu kese” anlamlarına gelir. Tarihimizde bu kelime her yıl devlet tarafından, halkın da destekleri ile Hac mevsimi geldiği zaman Mekke ve Medine halkına yardım dağıtmak için gönderilen para ve değerli eşyaları ifade eder. Osmanlılar’da her yıl düzenlenen bir merasim ile toplanan yardımlar büyük bir alay ile Haremeyn’e göndermiş, bu alaya da “Surre Alayı” denilmiştir.
Bu geleneğin Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh (775-785) zamanında ilk olarak gerçekleştirildiği bilinmektedir. Tertiplenen bu alay ile birlikte aynı zaman hac yollarının güvenliği, hac güzergâhı üzerinde bulunan su kuyularının bakımı, hacıların konaklama vb. ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla gerekli düzenlemelerin yapıldığı ve tedbirlerin alındığı da bilinmektedir. “Surre”nin gelenek haline gelmesi ve her yıl düzenli olarak yapılmasına ise Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh döneminde (908-932) başlanmıştır.
Abbasi devletinin sona ermesinden sonra bir Türk – İslam devleti olan Memlükler, Abbâsîler’in Haremeyn’e surre ve mahmil yollama geleneğini sürdürdüler. Nitekim bu dönemden itibaren sadece devlet değil, ekonomik yönden halkı refah içerisinde olan İslam beldeleri ve şehirler de kendi tertipledikleri alaylar ile bu geleneği devam ettirmeye çalışmaktaydılar. Özellikle Bağdat, Dımaşk ve Halep gibi büyük şehirlerde hac kervanları oluşturuluyor ve her kervanın kendi mahmili ve surresi bulunuyordu.
Osmanlılar’a gelinceye kadar birçok İslam devleti ve İslam beldesi manevî bir hususiyet arz eden bu geleneği uzun yıllar devam ettirdiler. Osmanlılar’da ise ilk olarak Yıldırım Bayezid’in o dönem başkent olan Edirne’den bir surre alayı tertipleyip gönderildiği rivayet edilmektedir. Fakat tarihi kaynakların ifadesi ile kesin olarak Çelebi Sultan Mehmed’in ilk olarak 1413 ve 1421 yıllarında iki defa surre alayı gönderdiği bilinmektedir. Özellikle Fatih Sultan Mehmed’in babası II. Murad dönemi ile birlikte Mekke, Medine, Kudüs ve Halîlürrahman’a gönderilen surre’lerin sayısında ciddi bir artış oldu. II. Murad her yıl Mekke, Medine, Kudüs ve Halîlürrahman’a surre göndermenin dışında Ankara’nın Balıkhisarı köyleri ile Manisa’da kendi şahsi mülküne ait gelirlerin üçte birini Mekke ve Medine’ye vakfetti.
Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim’in meşhur Mısır seferi sonrasında Mekke ve Medine topraklarının Osmanlıların hakimiyetine girmesi ile birlikte artık Osmanlılar bir devlet olarak her sene düzenli olarak surre göndermeye başlamışlardır. Nitekim Yavuz Sultan Selim ilk sürresini Kahire’de bulunduğu sırada gönderdiği bilinmektedir. Bu dönem ile birlikte Osmanlılar’ın bir geleneği olan her yıl Kabe’ye gönderilen Kâbe kapı perdesi ve kuşağının da Kanunî Sultan Süleyman dönemi ile başladığı bilinmektedir. Kâbe örtüsünün yenisi genellikle Kahire’de dokunur ve surre alayı ile yollanırdı. Eski örtü de alayın dönüşünde başkent İstanbul’a getirilirdi.
Surre alaylarının tertip ve merasimi ilk olarak Abbasiler ile başlasa da asıl gelişimini Osmanlılar ile tamamlamıştır. Sarayda gerçekleştirilen surre merasiminin bütün ayrıntıları belirlenmiş olup bunlar teşrifat defterlerine kaydedilmekteydi. Başkent İstanbul’da Surre alaylarının düzen ve tertibini Haremeyn vakıflarını idare eden Dârüssaâde ağası tertiplemekteydi. İlk olarak surre’nin yol boyunca güvenliğinden ve Haremeyn’e ulaştıktan sonra dağıtımından sorumlu olan “Surre emini” belirlenir ve tayin edilirdi. Osmanlı padişahın katıldığı tören ile birlikte Mekke emirine hitaben yazılmış nâme-i hümâyun, surre keseleri ve surre defterleri surre eminine teslim edilir ve mahmil yüklü devenin de yer aldığı surre alayı saraydan çıkartılırdı. Topkapı Sarayı’nda yapılan merasimden sonra çıkan alay ilk olarak Sirkeci’den Üsküdar’a geçerdi. Surre alayları Üsküdar’da mutasarrıflık dairesi avlusunda gidiş ve dönüşlerinde halkın da muazzam bir kalabalık ile katıldığı ve şahit olduğu bir dini merasim haline gelmekteydi. Surreler 18. yüzyıla kadar deniz yolu ile Mısır’a oradan da Haremeyn’e gönderilmekteydi. Fakat 18. yüzyıldan sonra karayolu ile gönderilmeye başlandı. Kara yolu ile gönderilen alay Sirrkeci’den başlar, Üsküdar, İzmit, Akşehir, Konya, Adana, Antakya, Hama, Şam, Maan (Hicaz yakınları), Medine ve Mekke’de sona ererdi.
Yüklü miktarda para ve değerli eşyaları taşıması dolayısı ile alayın güvenliği çok önemliydi. Güvenlik güzergâh üzerinde bulunan sancak beyi, beylerbeyi veya valilerce sağlanmaktaydı. Surre alayının gideceği yol ve menzil uzak olması sebebi ile yollarda eşkıyalar ile karşılaşılması, gasp ve taciz edilmesi de olasıydı. Nitekim 1863 yılında Payas (Hatay) civarında eşkıyalar tarafından gasp edildiği de bilinmektedir.
Dımaşk (Şam) şehri bu dönemde başkent İstanbul’dan hareket eden alayı için oldukça önemliydi. Şam, Osmanlı döneminde Anadolu’dan, Irak’tan, İran’dan ve Halep’ten gelen hacıların yanı sıra Orta Asya hacılarının da bir toplanma merkezi konumundaydı. Başkent İstanbul’dan hareket eden alaya yol üzerinde hac vazifesini yerine getirmek maksadı ile insanlar katılırlardı.
Surre alaylarının en önemli ve karakteristik özelliği mahmillerdir. Mahmil develerin üzerindeki sepetlere verilen addır. Surre alaylarında develerin üzerinde bulunan sepetlerin içi hediye dolu olurdu. İstanbul’dan gönderilene mahmil-i hümâyun, Kahire’den gönderilene ise mahmil-i Mısrî denirdi. Ahşap çerçeve ile dört yüzlü bir piramit şeklinde olan mahmil, üzeri altın ve gümüşle bezenmiş yazılar, ipek püsküller, çeşitli nakışlar ve kıymetli taşlarla süslenmiş bir atlasla kaplanırdı.
Osmanlı devletinde hanedan ve devlet erkanının büyük bir çoğunluğunu gelirleri Haremeyn vakıflarına tesis edilmiştir. Surre alaylarının da en önemli gelirini Haremeyn vakıfları oluşturmaktaydı. Bunun dışında diğer gelir kaynakları devlet hazinesi, padişahın şahsi hazinesi olan Hazîne-i Hâssa’dan gelen gelirler ile önemli isimlerin yaptığı ferdî bağışlardan müteşekkildi. Maalesef acı bir gerçek olarak Osmanlılar’ın son dönemlerinde yeterli maddi destek olmadığı için Galata bankerlerinden de borç alındığı da bilinmektedir.
Surrelerin devlet ve toplum için önemi oldukça büyüktü. Özellikle İslam devletleri için kendi siyasi ve dini meşruiyetlerini sağlamaları açısından oldukça önem arz etmekteydi. Ayrıca halifeliği devlet olarak himayesinde bulunduran sultanlar için önemli bir semboldür. Hükümdarların İslam dininin koruyucusu ve hizmetlisi olduğunun bir ifadesiydi. Osmanlı sultanlarının kullandığı “‘Hâdimü’l- Haremeyn eş-Şerîfeyn” (Haremeyn’in Hizmetçileri) unvanı da bunun bir göstergesidir.
Siyasi ve dini hususiyetleri dışında ise en önemli yönü toplumsal birlik ve beraberliği pekiştirmesidir. Özellikle halk tabakasından her statüde ve maddi durumda insanların manevi bir vecd ve alaka ile gönüllerinden kopan her türlü hediyeyi kutsal topraklara göndermeleri bakımından dini birlik ve beraberliğin devamlılığını sağlamaktaydı.
Haremeyn’e surre gönderme geleneği, XIX. yüzyılın başında Mekke ve Medine’nin Vehhâbîler’in yönetiminde kaldığı yıllar hariç olmak üzere 1915 yılına kadar Osmanlılar tarafından devam ettirilmiştir. 1916 yılına ait surre, Şerîf Hüseyin’in isyanı sebebiyle maalesef Medine’de kaldı ve Mekke’ye ulaştırılamadı. 1917 ve 1918 yıllarına ait surre ise Dımaşk’a kadar gidebilmiştir. Surre alayları düzenlenemese de son olarak Sultan Vahîdüddin tarafından Haremeyn fukarasına sadakalar dağıtılmıştı. Toplumsal yardımlaşmanın, kutsal yerlere olan hürmetin ve gönül medeniyetinin bu kadim geleneği terk edilene kadar yaklaşık olarak 500 yıl kadar sürmüştür.
Umut Güner tarafından kaleme alınmıştır.