XIX. yüzyılın başlarında, Orta ve Güney Amerika devrime yöneldi. İngiliz kolonileri özgürlüklerine kavuştuklarından beri, özgürlük kavramı Latin Amerika halkını hareketlendiriyordu. Napoleon’un 1808 yılında İspanya’yı fethi, Latin Amerikalıların ayaklanmaları için bir işaret oluşturdu. 1822’ye gelindiğinde, Simon Bolivar, Francisco Miranda, Jose de San Martin ve Miguel Hidalgo’nun başarılı önderliğinde, güneyde Arjantin ve Şili’den kuzeyde Meksika ve California’ya kadar tüm İspanyol Amerikası, anavatandan bağımsızlık kazanmış bulunuyordu.
Amerika Birleşik Devletleri halkı, kendilerinin Avrupa boyunduruğundan kurtulma deneyimlerinin yinelenmesi gibi görülen Latin Amerika bağımsızlık hareketine karşı büyük ilgi duydular. Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketleri, kendi kendini yönetim konusundaki inançlarını destekliyordu. Kamunun büyük baskısı karşısında 1822’de, Başkan James Monroe’ya, aralarında eski Portekiz kolonisi Brezilya’nın da bulunduğu yeni Latin Amerika devletlerini tanıma yetkisi verildi ve kısa zamanda karşılıklı olarak elçiler gönderildi. Anılan tanıma işlemi, onların yasal konumlarını, Avrupa ile mevcut eski bağlarını tümüyle koparmış gerçek bağımsız ülkeler olarak pekiştirdi.
Bu sıralarda, Rusya, Prusya ve Avusturya, kendilerini devrime karşı korumak amacıyla, Kutsal İttifak denilen bir birlik kurdular. İttifak, zaman zaman Fransa’nın da katılımıyla, halk hareketlerinin krallıkları tehdit ettiği ülkelere müdahalede bulunarak, isyan dalgasının kendi sömürgelerine de yayılmasını önlemeyi umuyordu. Bu siyaset, halkın kendi geleceğini kendi belirlemesi yolundaki Amerikan ilkesinin karşıt tezini oluşturuyordu.
Kutsal İttifak’ın faaliyetleri sadece Eski Dünya’da yer aldığı sürece, bu durum Amerika Birleşik Devletleri’nde kaygı yaratmıyordu. Ancak, İttifak, eski kolonilerin İspanya’ya geri verilmesine ilişkin niyetini açılayınca, Amerikalılar bundan büyük kaygı duydular. Latin Amerika ile ticaretin çok büyük çıkar sağladığı İngiltere de, kendi açısından, İspanya’nın imparatorluğunu yeniden kurmasını önlemeye kararlıydı. Londra, Latin Amerika’ya verilmiş bulunan İngiliz-Amerikan garantilerinin uzatılmasını zorluyordu. Buna karşılık, Dışişleri Bakanı John Quincy Adams, Monroe’yu tek taraflı harekete geçmeye ikna etti: “Bir İngiliz savaş gemisinin izinde giden bir filika olmaktansa, ilkelerimizi açıkça Rusya’ya ve Fransa’ya bildirmemiz hem daha içten hem de daha saygın bir davranış olur.” İngiliz donanmasının Latin Amerika’yı Kutsal İttifak’a ve Fransa’ya karşı savunacağını öğrenen Başkan Monroe, Aralık 1823’te Kongre’deki yıllık konuşmasını fırsat bilerek, Avrupa’nın Amerikalar üzerindeki egemenliğini daha fazla yaymasını reddeden ve ileride Monroe Doktrini olarak tanımlanacak olan açıklamasını yaptı:
... Amerika kıtaları, bundan böyle Avrupa güçlerinden herhangi birinin gelecekteki kolonileştirmesine konu olamaz.
Kendi siyasal sistemlerini bu yarı kürenin herhangi bir yerine yaymak için yapacakları her girişimi, barış ve güvenliğimiz için tehlike olarak görürüz.
Herhangi bir Avrupa gücünün mevcut kolonilerine ya da onlara bağlı topraklara hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. Buna karşın, bağımsızlığını ilan etmiş ve sürdürmüş olan ve bağımsızlığını tanımış bulunduğumuz hükümetler aleyhine, onları baskı altına almak ya da geleceklerini herhangi bir biçimde denetlemek amacıyla herhangi bir Avrupalı güç tarafından girişilecek herhangi bir müdahaleyi, Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı dostluk dışı bir davranıştan başka bir hareket gibi göremeyiz.
Monroe Doktrini, Latin Amerika’daki bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlere karşı bir dayanışma duygusunun açıklanmasıydı. Buna karşılık olarak, anılan ülkeler de yeni anayasalarını çok kez Kuzey Amerika modelini örnek alıp hazırlayarak, Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı duydukları siyasal yakınlığı sergilediler.