Tarih Karşısında Aydın – Mustafa Şekip

17 mins read

On dokuzuncu asırda önemli bir gelişme gösterdiği için ilerlemeye başlayan tarih, asrımızda da gelişmeye devam ediyor ve duracağa asla benzemiyor; hatta bazen o kadar taşıyor ki her şeyin üzerine çıkabiliyor. Nitekim bugün edebiyat fakültelerinin çoğu, umumî bir onay ile sessizce tarih fakültelerine dönüşmüş gibidirler. Eski isimlerini ancak geleneğe saygı adına koruyorlar. Buralarda artık tarihten başka bir şey yapılmıyor. Tarih incelemeleri neredeyse mahşeri andıran bir kalabalığa yaklaşmak üzeredir. Bu taşkınlık o haldedir ki âdeta tarihî bakış açınız yoksa hiçbir şey hakkında fikir yürütmeye veya çıkarımda bulunmaya hakkınız yok gibidir. Tarihî bakış açısının tahakkümü işte bugün bu seviyeye kadar ulaşmıştır. Aşırılığın bu derecesi tam bir eleştiriyi hak ediyor demektir. İnkâr edilemez ki tarih, zamanımızda çok genişlik ve derinlik kazandı. Önceleri pek yüzeysel bildiğimiz milletlere kuvvetli ışıklar saldı ve bir tarih öncesi tesis etti. Tarihin kaydetmemiş olduğu en ilkel insanların toprak altında kalmış iskeletleri ve el işleri çıkarılmaya başlandı, bu sayede en eski toplulukları tanımak imkânı doğdu. Önceleri birkaç seçkin millete ait olarak görülen tarih, bu gün gelmiş geçmiş bütün insanlığa yayıldı. Geleneksel çalışma konusunu genişleterek yalnız bir sınıf veya zümre ile ilgilenmeyip, medeniyetlerin bütün unsurlarını derinlemesine incelemeye başladı. Yüz sene önce herhangi bir milletin tarihi hakkında yazılmış bulunan şeyler bugün gülünç efsaneler oldu. Arkeoloji, kitabelerin okunması ve tenkit yöntemindeki gelişmeler, tarihe yeni bir hayat ve güzellik getirdi.

Tarihe bu gelişme ve doğru yöntemi kazandıran birçok sebep vardır. On sekizinci asrın son yarısında Herculaneum ve Pompei gibi iki şehrin toprak altından çıkarılması geçmişin hakiki varlığıyla kitaplardaki varlığı arasındaki farkı derin heyecanlar vererek ispat etti. Bu dakikadan itibaren daha çok hayal gücü ve akıl yürütmeye dayanan tarih yerine, tamamen şey’e yani geçmişin yerin alt ve üstünde bıraktığı izler ve eserlere dayanan tarihin önem ve kıymeti arttı. Bu dilsiz ve uyuklayan eserleri uyandırmak ve onlara tarihî önemini belirlemek tarihin başlıca görevi oldu. İşte yeni tarihin gözünü açan ilk ışık, son asırda eğitimin genelleşmesi ve bu sayede her türlü uzmanlık alanlarında aydınların çoğalması geçmişi her vadide kurcalayıp uyandıracak işçiler yetiştirdi. Diğer taraftan fen bilimlerinin gelişimi ve yöntemlerinin etkinlik ve başarısı tarihçilere önemli bir örnek oldu. Artık onlar da tarihî şey’lerin gerçekliklerine benzer yöntemlerle ulaşmak isteyeceklerdi. Bütün bunlara ek olarak düşünen her insanı geçmişin çekmemesi mümkün değildir. En basit bir düşünce eylemi dahi kendimizin bir başlangıç değil, bir netice olduğumuzu anlamaya yeterlidir. Hiç şüphe yok ki, millet, vatan, medeniyet, hep geçmişte oluşturulmuş ve bize kadar gelmişlerdi. O halde bu geçmişe karşı derin bir merak duymamak mümkün değildir. Bizden önce kimler yaşadı, neler yaptılar, nasıl yaşadılar, bize hangi yönlerden benzer veya benzemezler? Bütün bu sorular elbette bizim merak duygumuzu artıracak ve cevap bulma ihtiyacımız ile atalarımızın kökenlerine kadar çıkmak isteyeceğiz. Bu merak yalnız bizde değil en eski atalarımızda da ortaya çıkmış ve zamanlarına göre tarihçiler yetiştirmişlerdir. Nereden geliyoruz, biz neyiz, sorularına verebilecek cevabın yeni tarih ile hazırlanabileceğine artık kimsenin şüphesi yok. Ve yine şüphe yok ki, yerin altında ve üstünde o yok olan geçmişin bunca eserlerini meydana çıkartmak ve dile getirmek için sarsılmaz bir emek, dayanılmaz bir zorluk, devamlı bir dikkat, geniş bir feraset, zengin bir hakikat sevgisi gibi değerli birtakım özellikler ister. Yalnız kabul etmeliyiz ki, bu tarz çalışmadan çok daha sıkıntılı olmakla beraber özellikle daha üretici faaliyetler de vardır. Sanat, felsefe, ilmî ve teknik keşif ve icatların gerektirdiği deha ve ihtiyaç duyduğu sıkıntılı üretici zihin dünyasının kıymeti de bambaşkadır. Tarihçi, yumurtasını sükûn içinde verdiği için doğurmanın acılarını bilmez ve bu sebepten doğum acıları ona tuhaf ve çoğu kez gelip geçici bir karın ağrısı gibi gelir. Tarihçinin, üretici faaliyetler karşısındaki bu doğal ve zaruri hissi bilindikten sonra artık ona doğurmayı beğendirmek ve kabul ettirmek azaplı bir tekliftir. Ondan istenecek şey; geçmişe dair bize mümkün olduğu kadar gerçek ve güvenilir tarihî gerçeklikler vermek olması gerekirken, tarih hayranları bugün o kadar çoğalmıştır ki, haberleri olmadan bir esnaf loncası zihniyeti gösteriyorlar. Kütüphaneler dolusu kalın ve çok sayıda cildin arkasına sığınarak kendilerine yaptıkları kalenin korkutucu azametinden o kadar emindirler ki, onlara göre insanlığın yol gösterici ve dünyanın ışığı hep bu kitaplardadır. İşte her aydını “bakalım” demeğe mecbur bırakacak aşırı bir iddia!

Tekrar edelim: Tarihin faydası çoktur. Ne olduğumuzu bize izah edecek unsurları ancak o verebilir. Tarih olmadıkça hepimiz sırlardan ibaret kalırız. O bizi kendimize tanıtıyor ve bu suretle zekâmızın geçmişi anlamasına ve bugüne ulaşmasına dair meraklarımızı gideriyor.

Efsaneleri yıkıyor, bizi roman dünyasından gerçek dünyaya taşımaya çalışıyor. Sonsuz ve evrensel sandığımız şeylerin geçici ve yerel durumlar olduğunu gösteriyor. Başka kurumlara, başka örf ve âdetlere, başka yaşayışlara, başka düşüncelere sahip kavimler olduğunu ve başkalıklarına rağmen bunların pekâlâ uyumlu toplumlar teşkil ve medeniyetler kurduklarını gösteriyor. Böylece bizi, kendimizi merkeze koymaktan ve her şeyi ken dimizde zannetmekten kurtararak cidden güzel bir eğitmen oluyor. Yalnız bu dersi ve bu eğitmenliği biz seyahatle ve gezginler vasıtasıyla bugünkü dünyadan da belki daha canlı ve etkili bir şekilde alabiliriz. Nitekim Anglosakson ırkı son gelişmesini tarihten çok tüccarlarının seyahatleri sayesinde elde etti. Hatta orta çağı kapatan ve uyanış devrini açan neden; geçmişi incelemekten daha çok Doğu’ya seyahat ve ilişki kurmak olmuştur. Emin olunuz ki tarihe çok önem atfeden milletler diğerlerine nispetle en az seyahat edenlerdir.

Tarihin kendine has asıl hizmeti; geçmişe ait olan özlem ve beklentileri en güzel bir şekilde karşılıyor olmasıdır. Bilindiği üzere geçmiş, sadece bir hatıra olmak itibariyle insana platonik bir sevgi aşılar. Bu sevginin sıkıntısı bütün romantiklerde görülmüştür. O romantikler ki geçmişin tatlı özlemiyle çevrelerini, ölen ve yaratan hayatı görmez olmuşlardır. Hâlbuki yeni tarih geçmişi bütün eksik ve meziyetleriyle, olanca sefalet ve debdebeleriyle göstermeye gayret ettiği için mazinin sıkıntı ve eziyetlerinden kurtulmuş saf bir hayat olmadığını ortaya çıkarmış ve bu sayede ruhları, maziye özlem hastalığından kurtararak şimdiye sarılmak eğilimini kuvvetlendirmiştir.

Hâlbuki tarihperestlerin şuursuz meyillerinin, tarihi şimdinin sınırsız bir payesine çıkartmak olduğu anlaşılıyor ve ortaya hangi sorun çıkarsa önce tarih ile halledilmek isteniyor. Tarih bu imtiyaza gerçekte sahip olsaydı kesinlikle onun ilk tasdikçisi bizim gibi düşünenler olacak ve o bitmez tükenmez eziyetten kurtularak onu sonsuza kadar kutsayacaklardır.

Fakat ne çare ki tenkit zihniyeti insana bu rahatlığı ve kabullenmişliği bir türlü bağışlamamaktadır. Hakikaten gerek kendimizin ve gerek başkalarının tecrübeleri bizi birçok hatalardan koruyor. Bununla beraber bunlar bize maalesef yeterli gelmiyor. İçimizde kim var ki kalan ömrünü geçmiş ömrünün kalıplarına dökerek yaşamayı düşünsün? Bunu ne bir fert ne de bir millet yapabilir. Sadece geçmişe göre idare edilmeye her şeyden önce yaratılışımız uygun değildir. Bizler sadece koruyucu değil, aynı zamanda yapıcı ve işleyici kuvvetleriz. Dedelerimizin uğraşıp da başarılı olamadıkları birçok sorunlar olabilir. Buna rağmen aynı sorunlarla biz ve çocuklarımız da uğraşacaktır. Böyle yapmasak her nesilde tazelenen kuvvet ve kudretler nereye harcanacaktır? Millet, vasiye muhtaç bir çocuk mudur ki kendisini idare edecek emirleri hep geçmişte beklesin? Böyle olsa idi “gelişme” ve “medeniyet” uğraşısının bir manası kalır mıydı? Her nesil bir kısım ananelere vâris olurken birkaç anane de kendisi oluşturur. Mümkün olan yaşayışların tamamı mazide değildir ki geleceğe de örnek olsunlar, tarihte geri dönüş olmadığı gibi beklemek de yoktur. Buna ek olarak tarihî tecrübe, bilimsel sonuçların düzeyinde de değildir. Örneğin Güneş Sistemi hep aynı kanun yani sabit hareketler dâhilinde devam etmekte iken, toplum yapısı sürekli olarak bir değişim içindedirler. Her ne kadar Sosyoloji denilen ilim bu sistemlerin bağlı olduğu kanunları keşfetmeği hedef ediniyorsa da henüz bu kanunun ne olabileceği hakkında tespit edilmiş hiçbir fikrimiz yoktur. Hayata dair tecrübelerimiz, milletlerin durum ve şartlara bağlı olarak değiştiğini ve bir zamandaki tecrübelerimizin diğer bir zamanda tamamen geçerli olmadığını gösteriyor. Çünkü bilimsel, teknolojik ve tercihsel nedenlerin toplum yapılarına daima yeni etkilerle müdahale ettikleri görülüyor. Bu sebepten tarihî tecrübenin mutlak surette itaat edilecek bir üstünlüğü kalmıyor. Ondan ancak o da çağdaş tarihe ait olmak üzere bazı direktifler alabiliriz. Yaşayan nesiller bunları zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyebilirler. O bize sadece niçin böyle olduğumuzu gösterebilir. Bu “niçin”i bilmek şüphesiz ilgiyi çekecek bir şeydir; fakat yalnız bu kadar. Her nesil kendi kendine şu soruyu sormaya daima mecburdur: “Nasıl böyle olduğumuzu anladık; fakat bir de yeni ihtiyaçlar ve yeni engeller karşısında nasıl hareket edeceğiz, bunlara karşı ne yapacağız?” İşte bu sorunun cevabını artık tarih veremez ve bizim ne yapmamız gerektiğini ve ne olabileceğimizi söyleyemez. Bu sorunun cevabını bugünkü irfan ve bugünkü hayat ve kudretlerimizden alabiliriz. İş bu noktaya geldikten sonra maziden boş yere akıl danışmakla vakit kaybedeceğimize bu kıymetli zamanı şimdinin ve geleceğin ihtiyaçlarına sarf etmeyi öğrenelim. Son Türk inkılâbı, İslâm medeniyetinden Batı medeniyetine geçmek için birçok asırdan beri süregelen teşebbüslerin bir şaheseri oldu. Neslimize nasip olan bu zafer tamamlanmak için bizden ve evlatlarımızdan büyük gayretler istiyor. Bunun için de geleceği hazırlamak üzere bugünü derinden incelemeye muhtacız. Son inkılâp, bu ruh ve zihniyetle hareket etmeseydi halimiz ne olurdu? Tarihin fetvalarına kalsaydık acaba hiçbir şeye dokunabilir miydik? Tarihin “nakilci” bakış açısı yanında bir de felsefenin anlayıcı “sentezci” bakış açısı vardır. Felsefenin yalnız soyut düşünceler üzerine kurulduğunu zannedenler felsefeyi gerçek çehresi ile görmeyenlerdir. Hiçbir cins ve gerçek felsefe soyut düşünceye dayanmamıştır. Her dönemin seçkin felsefesi devrinin tarihî ve ilmî mütalaalarına dayanarak çıkarımlarını yapmıştır. Türklük son zamanlarda Ziya Gökalp Bey gibi seçkin bir sentezci ve büyük Gazi gibi berrak ve ilahî bir deha yetiştirmeseydi tarihin direktifleri bugün ve gelecek için bize ne verebilirdi?

Özellikle tarihî övünme kadar milletlerin sıhhatine zararlı olan bir şey yoktur. Böyle bir övünme millî canlılığı uyandırmak şöyle dursun bilakis kötürümlüğe davet eder. Tarih, bir tür sosyal mirastır. Milletler her nesilde buna mirasçı olmakla beraber her nesil de zamanın çevre, ihtiyaç ve yetişmesi ile hem kendini hem de geçmişini yeniden yoğurarak kendi mirasını bırakır. Bugünkü tereddütsüz ve imanlı milliyetçiliğimiz, millî bünyeye yabancı ve onun tarafından kabul edilmeyen her şeyi er geç bünyesinden kovacaktır. Dinî bir etki ile kabul ettiğimiz Arap harfleri ümmetçilik bünye ve ideali içinde yaşadığımız devirler için meşru ve zaruri olabilirdi. Nitekim bu devirde Türk yasası da olan Fıkıh ve daha sonra Mecelle tanzim edilmişti. Yine bu tesirledir ki sultana bir de halifelik kazandırılmıştı. Bunlar da Arap harfleri gibi mazimizde asırlarca yaşamış müesseseler oldukları halde bugün mevcut değildirler. Millî hayata hiçbir yararları kalmadığı gibi, asırlık tekrarlanan tecrübelerle sabit olan sultanlığa “hakanlık” payesi vererek ölüyü diriltmek isteyenler de hep tarihten ilham alıyorlardı. Şüphe yok ki, her değişim, her inkılâp zor ve hatta korkutucudur. Fakat ondan çok daha korkunç olan şey bizim boğaz yapımıza, bizim okuyuşumuza, bizim telaffuz ve bizim gramer zevkimize asla uymayan bir alfabenin Türkçemizde ortaya çıkardığı uyumsuzluk ve tesis ettiği kapitülasyonlardır. İşte asıl dert buradadır. Okuma ve yazma kolaylıkları meselesinin özü olmaktan çok uzaktırlar.

Şimdi o bilinen kötü anlamaya gelelim: Bundan bir buçuk ay önce yine bu kürsüde, milliyetçilik mefhumunun tahliline dair yaptığım bir sohbette bu anlayışın temsil kanunu ile özetlenebileceğini söyleyen ve aynı zamanda asrımızın en büyük filozoflarının eserlerini Türkçenin kudret ve kabiliyetini göstermek aşkıyla tercüme eden bir adam nasıl olur da bir buçuk ay içerisinde tamamen değişebilir? Nitekim buna tek bir gazete çevresindeki birkaç yazıcıdan başka inanan olmadı. Çok acemi bir muhabirin fikirlerimi anlamayarak benim de hayretimi çekecek tuhaf bir mülâkat yayınlaması ve benim onun yeterliliğine güvenerek aldığı notları kontrol etmemiş olmam ciddi ve hayırlı bir yaklaşımı faciaya çevirdi. Bunu hemen okuyunca şiddetle protesto edecek ve çok haklı olarak Akşam gazetesinden şikâyet edecektim. Bu esnada birkaç gazeteci arkadaşım, “Bunun bir muhabir hatası olduğunu bizim anladığımız gibi okuyucular da anlayacaklardır. Muhabir, lisana güvensizliğe dair eklediği o cümleyi yalanlayacak bir yazıyı kendisi yazsın. Mesele bu şekilde aydınlanır, şiddetli bir tekzip ve şikâyet yazarsanız hem genç muhabire yazık olur, hem de gazeteye ağır gelir” dediler. Ben de arkadaşlarımın gazetecilik ruhu hakkındaki uzmanlıklarına güvenerek yalnız kıymetli meslektaşım Necmeddin Sâdık Bey’e sözlü olarak şikayette bulunmakla yetindim ve aynı zamanda Fuâd Bey ve diğer aziz arkadaşlarıma gerçeği anlattım. Mülakattan birkaç gece önce yine aynı arkadaşlarımla çağdaş eserlerin tercümelerindeki zorluklardan bahsediyorduk. Bu toplantıda Akşam gazetesinin muhabiri de aramızda bulunuyordu. Ben, bu zorlukların bazen gerçekten de güç yetirilemez olduğunu, fakat kendi hesabıma asla ümitsiz olmadığımı ve bu türden değişim ve uyanış devirlerinde her milletin lisan hususunda aynı zorluklara maruz kaldığını ve nitekim Almanların da bu sıkıntıları geçirdiklerini ve fakat bu durum iyi düşünenleri asla ümitsiz etmediğini nitekim bir müddet sonra Alman lisanının hayret verici bir şekilde geliştiğini ve bürokratların özendiği Fransızca’ya nispetle Alman lisanının bugün kavram zenginliği itibariyle  Fransız âlimlerini özendirecek bir hale geldiğini ve bu büyük değişimin en önemli nedeninin milliyetçilik algısı olduğunu ve bizim de aynı mutluluğa muhakkak ereceğimizi söylemiştim. İşte genç muhabir bu fikirlerimizi daha sonra benden aldığı mülakatla malumunuz olan tuhaf şekle sokmuştur. Genç muhabirin bu tuhaflığı kasten yaptığına asla ihtimal vermiyorum. Yalnız bu gibi meselelerde muhabirlik edecek bir seviyede olmadığı anlaşılıyor. Benim bütün kabahatim Akşam gazetesine olan sevgim ve bunun etkisiyle gönderdiği muhabire güvenmek olmuştur. Hatta “artık ahşap şehir yaşamıyor, yanıyor” tarzında söylediğim bir sözü, “ahşap evlerimizi yakıyoruz” şeklinde ifade etmesi fazla açıklamaya ihtiyaç bırakmaz zannediyorum.

İşte meselenin hakikati bundan ibarettir. Bu noktada Celal Sâhir Beyefendinin gösterdiği fazla telaşa karşılık Hüsnü Hamîd ve Fuâd Beyefendilerin bir ilim adamına yakışacak basiret ve sakinliği seçmeleri gençlere ilmî terbiyenin fazileti hakkında güzel bir ders niteliğindedir. Tesadüfün doğurduğu bu acı yanlış anlama birçok güzel ve manevî bir meyve vermiştir.

Bu uzun bahsedişimden diğer bir amacım meseleyi asabiyet ve şantaj tehlikesinden kurtararak özgür bir düşünce sahasına sokmaktır. Latin harfleri hakkında Akşam gazetesine birkaç ay önce verdiğim mülakatta “Bu davanın bayraktarı olmak iddiasında olmayıp ancak demokrat Türkiye’nin hür bir ferdi sıfatıyla harfler hakkında düşünce ve duygularımı söyleyebileceğimi bilhassa tekrar etmiştim”. Bugün de aynı karardayım. Kendi hesabıma Türk lisanının bugün kendi ruh ve ihtiyacına uygun bir alfabesi olmadığına ve bu meseleyi er geç Türklük dünyasının halletmek zorunda kalacağına inanıyorum. Bir yerde bütün bir milletin ortaklaşa halledebileceği bir meseleyi bir adamdan beklemek ve bunda ısrar etmek bir tecahülü ariften başka bir şey olmasa gerek. Millî hayatın temsil kanunu, görüyoruz ki siyaset, hukuk,din, ahlak, iktisat, mimarî ve diğer sahalardaki hükmünü her gün artırıyor. Elbette bir gün aynı kanun, milliyetçilik hayatıyla birlikte doğan ve millî ruhun temelini teşkil eden alfabe meselesini de halledecektir. Bunu yapmadıkça Arap ve Fars dillerinin lisanımızda oluşturduğu yabancılık ve kapitülasyonlardan kurtulmayacak ve aynı zamanda en gelişmiş olan İstanbul lehçesi bütün Türkler arasında aynı surette konuşma ve yazıda ortak bir lisan olmayacaktır. Geçenlerde Fransız Meclisi mebuslarından yerel şiveyle söz almak isteyen bir mebusun engellendiğini gazetelerimiz yazdılar. Türk boğaz yapısının asla telaffuz etmediği (zel, dad, zı, ayn, ha, hı) harfleri alfabemizde durdukça ve bu hususta lisanımıza uygun bir değişiklik yapılmadıkça Türkçemizin türdeş ve bağımsız bir lisan olamayacağı düşüncesindeyim. Bu fikrim için beni korkutmak isteyenler düşünce hayatına haberleri olmadan paydos borusu çaldıklarının galiba farkında değildirler. Düşününüz ki saygın bir müderrisin yazdığı tarihî bir makaleyi bizzat kendisi, kesin ilmî bir gerçeklik olduğunu iddia etmeyerek “kanaatime göre” dediği halde bunu “ilmin hükmü” nidasıyla ortaya atmak veya bir Türk alfabesi taraftarlığını bir küfür derecesine çıkartmak sunî bir gayret değilse muhakkak hastalıklı bir heyecandır.

Aslında bütün ilimler gibi tarihin gayesi de gerçeği ortaya çıkarmak olduğu için her aydın ona itibar etmektedir. Fakat pratikte o, çok kere yönlendirmeci olmuştur. Bir de tarihte herkes istediğini görebilir. Tarafsızlığı meslek edindiğini söyleyen en ağır başlı tarihçiler bile çok kere sözlerini tutmuş değillerdir. İncelediği zaman ve şahsiyetlerin ya koruyucusu ya da düşmanı olmaktan kurtulmuş tarihçilere ben rastlamadım. Şüphe yok ki tarihî hakikat vardır ve buna vesikalardan yöntemine uygun bir şekilde faydalanmak suretiyle ulaşılır. Yalnız bu şekilde ulaşılan tarihî gerçek dahi çoğu zaman vesikalara göre bir gerçek olup, asıl tarihî gerçeklik değildir. Tarih, bize ancak tarihî gerçekleri vesikalara göre nasıl tasavvur edebileceğimizi öğretir. Hâlbuki bu tasavvur hiçbir zaman asıl tarihî hakikatin kendisi değildir.

İşte bunun içindir ki bir aydın, tarihe mutlak bir hakikat diye dayanamaz ve onu tek gereklilik, tek düşünce eğitmeni ve tek yol gösterici olarak kabul edemez. Bugün artık bütün Dâru’lFünûnlar’da geçmişin tespitleri ile bugünün incelemelerine dayanan araştırmalar yapacak Sosyoloji kürsüleri kurulmuştur. Bu gibi meseleler hakkında yeni bir bakış açısı sunmak artık bu düşünürlerin görevidir. Tarihin, maziye ait mümkün olduğunca doğru bilgiler toplayıp, yeni bir düşünce ileri sürmesi ancak Sosyoloji’nin esaslarına uymakla mümkün olduğundan aksi bir yetkinliği kalmamıştır. Sosyoloji ilminin hedefi toplumsal hareketlerin kanunlarını bulmak olduğu halde henüz bu seviyeye ulaşmadığı için pratikte çaresiz yaklaşık olarak birtakım toplumsal hareket kaideleri tespit edebileceği bir düşünce veya felsefe sistemi olmakta yani daha çok akla, sağlam duygu ve oluşlara yönelmektedir.

Sonuç itibariyle içtimaî meseleler hakkında bugün hiçbir ilim dalı tam manasıyla ispat edilmiş ve kesin bir karar verme yeterliliğinde olduğunu iddia edemez. Böyle olsa idi ne demokrasiye, ne millet meclislerine ne de içtimaî meselelerde münakaşa ve mücadeleye hacet kalırdı. Bir köprü yapmak için nasıl doğrudan doğruya mühendise müracaat ediliyorsa içtimaî meseleleri de tamamen toplum mühendislerine havale ederdik. Ne üzücüdür ki gerçek bu şekilde değildir. İçtimaî meseleler daha çok zamanlar belki de ebediyen elbirliği ve dehaların ışıklarıyla halledilecektir.

Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz

SAMER

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe