Türk tarihine ve devlet felsefesine baktığımız zaman binlerce yıllık tarihi birikimden ve tecrübeden beslenen, birçok farklı kültürün ve inanç sisteminin değerlerini içselleştiren bir sistem karşımıza çıkar. Devlet felsefesi hususunda Türk tarihinin kadim dönemlerinden itibaren, günümüze ulaşıncaya kadar, tarihi bir devamlılık içerisinde, asla erozyona uğramadan, gelenek ve değer terk edilmeden devam eden bir çizgi söz konusu olmuştur. Kadim Türk devletleri ve halklarının inşa ettiği devlet felsefesi birikimi, modern döneme kadar asla terk edilmeden, yeni birikimlerden de beslenerek bir devmalılık arz etmiştir.
İslamiyet öncesi dönemde sahip olunan devlet tecrübesi, İslamiyet ile tanışma ve müşerref olmanın sonrasında başta Kur’an olmak üzere İslamî telakki ve usullerle iç içe geçmiştir. Bu yeni kaynak, başta devlet felsefe geleneğimizi inkiraza uğratmadan ve yok saymadan beslemiş ve geliştirmiştir.
Türk devletlerinin felsefî ve siyasî sistemindeki ilerleme sadece İslam devlet anlayışı ile beslenmemiş, bunun dışında da Türk topluluklarının gittiği yeni bölgelerin devlet ve toplum anlayışlarıyla da şekillenmiştir. Özellikle İran coğrafyası köklü bir medeniyete ev sahipliği yapmış binlerce yıllık devlet geleneğinin hâkim olduğu topraklar olarak Türk ve İslam devlet geleneğini etkilemiştir. Bunun dışında İslami keşifler ile Hind, Mısır ve Bizans devlet gelenekleri de tanınmıştır. Tüm bu gelenklerin sahip olduğu birikim ile kadim tarihi tecrübe ve değerler Türk ve İslam devlet geleneğinin kendine özgün bir tarzda yenilenmesine imkan tanımıştır.
Türk ve İslam düşünürleri de devlet felsefî geleneği ile ilgili kendi dönemlerinde nitelikli eserler kaleme almışlar ve devlet felsefe geleneğine yeni ufuklar kazandırmışlardır. Özellikle erken dönem devlet felsefesi klasiklerinden kabul edilen Yusuf Has Hacib’in Kutdgu Bilig adlı eseri, Beydaba’nın Kelile ve Dimne adlı eseri, Maverdi’nin Ahkamu’s-Sultaniyye adlı eseri ve Farabi’nin Medinetü’l Fazıla adlı eseri ile İbn Haldun’un Devleti ve Nizamülmülk’ün Siyasetname adlı eserleri devlet geleneğimizi şekillendiren önemli klasiklerimizin başında gelmektedir.
Tecrübe edilen ve Türk – İslam filozoflarının düşünceleri ile inşa edilen bu birikim zirve noktasını Osmanoğulları döneminde bulmuştur. Öyle ki Osmanlılar sahip olduğu devlet geleneğinde ve uyguladıkları mevcut siyasal sistemlerinde bütün bu birikimi kullanmışlardır. Kendilerine has “Türkokrasi” denilen nev-i şahsına münhasır bir devlet sistemi inşa etmişlerdir.
Buraya kadar verdiğim bilgiler yazımıza giriş mahiyetinde birer özet olarak kabul edilmelidir. Türk ve İslam devlet sistemi ile Osmanlıların devlet yapısı başlı başına incelenmesi ve üzerinde çok derin akademik çalışmaların yapılması gereken mevzulardır. Bizim yazımızın konusu Osmanlı devlet sistemi içerisinde önemli bir yeri olan Daire-i Adliye yâni Adalet Dairesi’dir.
Adalet, Türk ve İslam devlet geleneğinin kilit kavramlarından birisidir. Özellikle Kur’an kelamı dâhil olmak üzere Hz. Peygamber’in devlet adamlığı örneğinde de en önemli husus adalettir. Arapça “adl” kökünden gelen kelime mana itibarı ile bir şeyi yerli yerine koyma ve hak sahibine hakkını verme anlamlarını taşımaktadır. Tarihi süreçte bu kelime hükümdar ve devlet ile özdeşleşmiştir. Hükümdar adaletin sağlayıcısı, temsilcisi ve koruyup gözetecisi olarak kabul edilmiştir.
Daire kavramı ise İslam geleneğinde süreklilik arz eden, devamlılığı olan bir felsefeyi ifade etmektedir. Adalet kavramı da bu yönü ile devlet sistemi içerisinde tekrar edilmesi elzem olan ve devamlılığı gereken bir düşünceyi ifade etmektedir.
Adalet Dairesi’nin kökleri Helenistik döneme ve Sasani devlet geleneklerine kadar gitmektedir. Bu felsefe İslam ve Türk devlet geleneği ile harmanlanmış, gelişmiş ve Osmanlılara kadar büyük bir birikim oluşturmuştur. Bu düşüncenin izlerini Yusuf Has Hacib’den, Nizamülmülk’e ve İbn Haldun’a kadar birçok önemli düşünürlerimizin eserlerinde görmek mümkündür.
Adalet Dairesi, Osmanlı uleması tarafında da incelenen, üzerine düşünülen ve tartışılan bir mesele olmuştur. Osmanlı alimleri bu kavram üzerinden bürokrasinin ve hükümdarlığın eksikleri üzerinde durmuş. Bu kavram ile devlet adamlarına gerekli uyarıları yapmışlardır. Osmanlı döneminde Daire-i Adliye kavramı üzerinde derinlikli düşünen ve tartışan en önemli isimlerden birisi de hiç şüphesiz Kınalızade Ali Efendi’dir. Kaleme aldığı Ahlak-ı Alai adlı eseriyle bu konuda ufuk açmıştır.
Kınalızade Ali Efendi Adalet Dairesi’ni sekiz madde de belirlemiş ve devlet felsefesini bunu üzerine kurmuştur. Kınalızâde’nin belirlediği Adalet Dairesi ilkeleri şu şekildedir:
- Adldir mucib-i salâh-ı cihan – Dünyanın kurtuluşunu, düzenini ve saadetini sağlayan adâlettir.
- Cihan bir bağdır dîvarı devlet – Dünya bir bahçedir, duvarı ise devlettir.
- Devletin nâzımı şeriattır – Devletin nizamını kuran Allah’ın kanunudur.
- Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk – Allah kanunu ancak saltanat ile korunur yani siyasi kurumlar ile.
- Mülk zabt eylemez illa leşker – Otorite ve kudret, ancak ordu ile zaptedilebilir.
- Leşkeri cem edemez illa mal – Ordu, ancak mal ile ayakta kalabilir.
- Malı cem eyleyen raiyettir – Malı toplayan halktır.
- Raiyeti kul eder padişah-ı âleme adl – Halkı idare altına ancak Cihan Padişah’ının adâleti alır.
Adalet Dairesi’nin her maddesi ayrı birer derinlikli incelemenin konusudur. Her maddesinin tarihi gelenekte birer tecrübesi ve yaşanmışlığı söz konusudur. Daireyi oluşturan maddeler tarihi süreçte elde edilen kazanımlar ve birikimler ile oluşarak bu noktaya kadar gelmiştir. Daire-i Adliye bir devleti gerekli kılan ve ayakta tutan bütün dinamiklerle beraber en önemli kabul edilebilecek prensipleri belirler. Devleti gerekli kılan en önemli dinamikler hükümdar, siyaset, ordu, iktisat ve halktır. Bu vasıfların hepsinin bir devletin büyesinde bulunması elzemdir. Dairede bütünlük esastır, bu felsefi gelenekte eğer maddelerden biri eksik veya prensiplerde bozulma söz konusuysa daire işlevselliğini yitirir ve dolayısıyla devlet köhneleşir ve çökmeye yüz tutar. Adalet Dairesi’nde aynı zamanda tüm maddelerin birbiyile ilişkili olduğu görülecektir. Halk, Devlet, Ordu başta olmak üzere hepsi içiçedir. Biri olmazsa diğeri asla var olamaz.
Adalet Dairesi’nde bulunan her madde aynı zamanda o madde ile ilişkili kurumların vasıflarını ve prensiplerini de belirler. Örnek olarak dairede bulunan ekonomi veya ordu ile alakalı prensibin işaret ettiği hazine ve askeriyede bozulma varsa devlet nizamının işleyişinde ciddi sıkıntılar hasıl olur. Zaaf içerisindeki hazine ekonomik gerileyişi, askeriyedeki bozulmalar ise savaş kayıpları ve askeri zafiyetleri husule getirir. Adalet olmazsa halk olmaz, halk olmaz ise ekonomik gelir olmaz, gelir olmazsa ordu ve asker olmaz, asker olmazsa da devlet var olmaz.
Osmanlıların bir imparatorluk haline gelmesiyle Daire-i Adliye arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Daire düzenini sağlıklı bir şekilde işlediği dönemler her zaman için Osmanlıların en kazançlı ve başarılı olduğu dönemler olarak tarihte yerini almıştır. Dairede mevcut olan madde ve prensiplerin uygulanmasında sıkıntı hasıl olan dönem ise Osmanlıların gerilemeye başladığı zamana denk gelmektedir. Bu dönemle birlikte dairede bozulmalar meydana gelmeye başlamıştır. İmparatorluğun gerilemesi ile birlikte Adalet Dairesi’nin önemi ve değeri bürokraside iyice hissedilmeye başlanmıştır.
Hasan Kâfî el-Akhisârî, Koçi Bey, Kınalızâde Ali Efendi ve Taşköprülüzâde gibi alimeler başta olmak üzere muhtelif Osmanlı uleması meydana gelen bu bozulmalara dikkat çekmiş ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. Risaleler ve Layihalar kaleme alınmış, hükümdara ve devlet erkanına uyarılarda bulunulmuştur. Tanzimat ve Meşruiyete giden süreç bu şekilde başlamıştır. Bu süreçte geç kalınmış ve alınan önlemler çare getirmemiştir.
Modern dönemle birlikte her ne kadar imparatorluklar ortadan kalkmış ve yeni siyasal sistemler tarih sahnesinde yerine almış olsa da Adalet Dairesi’nin gerekliliği ve faydası asla geçerliliğini yitirmemiştir. Daire’nin madde ve prensipleri yeni siyasal sistemler içerisinde kendine yer bulmuştur. Günümüzde malesef birtakım siyasi ideolojiler ve yönetim şekilleri Adalet Dairesi’nda mevcut olan dengeyi gözetmemektedirler. Daire’de bütün maddeler eşit ve dengeli bir şekilde yer almaktadır. Hiçbir prensip diğerinden evla kabul edmemektedir. Bir düzen ve işleyiş söz konusudur. Fakat modern dönem bazı devlet sistemleri ve siyasal ideoloji doktrinlerinde bazı prensipler ayrıcalıklı bazıları ise önemsiz addedilmektedir. Sahip olunan bu anlayış malesef modern toplumlar için büyük bir sıkıntı yaratmaktadır. Bu nedenle sürekli olarak devlet zaafiyeti, toplumsal huzursuzluk ve kriz dönemleri meydana gelmektedir. Daire-i Adliye, modern siyasal sistemler, ideolojiler ve doktrinler karşısında binlerce yıllık bir tarihi tecrübe olarak durmaktadır. Bu sebeple Adalet Dairesi’nin birçok devlet ve toplum için kurtuluş reçetesi olacağı muhakkatır!