Şemseddin Sami kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

5 mins read

Türk kültürü ve diline hazırladığı sözlüklerle önemli hizmetlerde bulunan ve Yusuf Akçura’nın tâbiriyle, “sırf neslen Türk olmamasından dolayı, Türklüğe ettiği azîm hizmetleri hiçbir ciddî tedkîke müstenid olmayan zehâblarla örtmeye” uğraşılmadan ve yine Akçura’nın tasnifiyle, 19. asır sonu, 20. asır başındaki 10 yıllık zaman zarfına yerleştirdiği “üçüncü devre Türkçülüğünün büyük sîmâlarından” sayılan büyük ansiklopedist ve sözlükçü Şemseddin Sâmî, Yanya vilâyetindeki Fraşer köyünde doğmuştur. 1872’de İstanbul’a gelen Sâmî Bey, aynı zamanda ilk Türkçe telif roman olan ve bir Yunan tragedyasını andıran Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ı 1872 – 1873 yılları içinde Hadîka gazetesinde tefrîka edip 1875’te kitap olarak yayınlamak sûretiyle millî romancılığımızı başlatan çok mühim bir şahsiyettir. Zossimaia Rum Mektebi’nde kendi ifâdesiyle “yedi senede bâlâ-kemâl Rumca ve Yunanî-i Kadîm ve Fransız ve İtalyan lisanlarını ve coğrafya ve tarih ile ulûm-ı riyâziye ve he’yet ve hikmet ve kimya ve târih-i tabiî ve teşrih gibi mekteb-i mezkûrda sûret-i mükemmelede okutturulan fünûnu tahsil ve Fransız lisanını ayrıca hususi muallimden dahi taallüm eyledim” diyen ve ilerideki ansiklopedist faaliyetlerinin kaynakları bu çok dilli ve yönlü okulda atılan Şemseddin Sâmî, İstanbul’a geldikten ve Matbuat Kalemi’nde göreve başladıktan hemen sonra özet bir Târih-i Umûmî ile yine Târih-i Mücmel-i Fransa adlı özet bir Fransa târihi kitabını çevirmiş, Hadîka gazetesinin kapanmasını takiben Trablusgarp’tan vilâyet gazetesi için muharrir talep edilmesi üzerine Matbuat İdâresi tarafından oraya tâyin edilmiştir. Bir sene sonra İstanbul’a dönen ve ilk günlük gazete olan Sabah’ı çıkarmaya başlayan Sâmî Bey, Rodos ve Yanya’da memûriyette bulunduktan sonra tekrar İstanbul’a dönerek Tercümân-ı Şark’ta muharrirlik yapmış, Cep Kütüphânesi üst başlığını taşıyan çeşitli konularda bilgilendirici mâhiyette kitaplar neşretmiştir. Bu esnâda asıl büyük işleri olan Fransızca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Fransızca’ya Kâmûs-ı Fransevî (İlk olarak 1882 – 1883’te formalar hâlinde neşredilmiştir) ile Bouillet’nin Dictionnaire Universel D’Histoire et De Géographie adlı târih ve coğrafya kitabını örnek alarak hazırladığı bir târih, coğrafya ve meşhûr adamlar ansiklopedisi olan Kâmusû’l-a’lâm’ı (1889 – 1898 yılları arasında 6 cilt olarak yayınlanmıştır) hazırlamaya devam eden Sâmi Bey, şüphesiz Türkoloji târihi açısından en önemli eseri sayılan ve bugün hâlâ bir kaynak olarak değerini koruyan, 29 bin kelimeden müteşekkil Kâmûs-ı Türkî’yi 1899 – 1900 senelerinde iki cilt hâlinde neşretmiştir.

            Şemseddin Sâmî aynı zamanda yayınlamaya imkân bulamasa da Orhun Âbideleri’ni ve Vambery’nin neşrettiği Kutadgu Bilig metnini çeşitli hâşiye ve notlarla tercüme etmiştir. Türkolojiye ve henüz bir bilim olarak memleketimizde taayyün etmemiş olan Türklük çalışmalarına bu şekilde önemli katkılarda bulunmasından başka, özellikle dil ve edebiyâtımız hakkındaki düşünceleri büyük önem taşımaktadır. 1898’de yayınlanan “Lisan ve Edebiyâtımız” başlıklı yazısında Arapça ve Farsça’dan dilimize girip Türkçeleşmiş kelimelere dokunmadan dilin Doğu’dan ve Batı’dan rastgele alınmış kelimelerden arındırılması ve tasannu dolu eski terkiplerden kurtarılması gerektiğini söyleyen Sâmî Bey, “Mümkün mertebe kelâmı giriftlikden kurtarıb cümleleri kısa kesmekle ve suret-i ifadeyi şive-i kâtibâneden kurtarıb şive-i tekellüme kalb ve tefrikle lisânımız sadeleşmekle beraber güzelleşmiş olur” sözleriyle de sâdeleşme yolunda gösterilen gayretlerin tarafında yer alır. Ayrıca o, bütün meselelerine rağmen,  “mübalağasız ve mücerred gayret-i milliye sâikasıyla olmayarak ağyârın dahi tasdikiyle diyebiliriz ki lisân-ı millimiz olan Türkçe, dünyanın en güzel lisânı değil ise hâla en güzel lisânlarından biri olduğunda şüphe yoktur” demek ve bunun numûnesi olarak da İstanbul şivesini göstermekle Ziya Gökalp’ın savunacağı temel ilkelere doğru giden yolda bir köşe taşı olarak yer almıştır. Ayrıca dilimizi Osmanlıca olarak adlandırmanın bir ıstılah yanlışı olduğunu ve onun Lisân-ı Türkî olarak adlandırılması gerektiğini de söyleyen Sâmî Bey’in bu millî bakışı, dil târihimizde millîleşme cereyânının içinde konumlandırılmasını da sağlamıştır.

Şemseddin Sâmî, Yusuf Akçura’nın da alıntıladığı Kâmûs-ı Türkî’nin “İfâde-i Merâm” adlı önsözünde Doğu ve Batı Türkçesini birbirinden ayırmayıp tek bir dil olarak ele almak sûretiyle “Bütün Türkçülük” fikrini de kabûl etmiş, bu kültürel vâdiden siyâsî Türkçülüğe uzanacak yolların açılmasında pay sâhibi olmuştur. Kaldı ki Kâmusû’l-a’lâm’da yer alan Türklükle ilgili maddelerin Osmanlı ülkesi dışında geniş bir sâha ve İslâm öncesine uzanan derin bir târih görüşüyle kaleme alınması da bu bakış açısının yansımalarıdır.

Ayrıca o, sâdece ilk Türk romanını yazmakla kalmamış, ilhâmını bir Arnavut âdetinden alan Besa yâhut Ahde Vefâ ile Endülüs târihi ve İran destanlarından alan Seydi Yahya ve Gâve adlı telif oyunları ve Galatee adlı manzum oyun çevirisiyle Türk tiyatro târihinde de isim sâhibi olmuş, Sefiller ve Robinson gibi Batı edebiyâtının önde gelen eserlerini dilimize kazandırmış, Arap, Türk ve Arnavut dillerine dâir çeşitli gramer kitapları da hazırlamıştır.

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe