Şâir ve gazeteci olan Şinâsî, İstanbul’da, 1828 – 1829’daki Osmanlı – Rus savaşlarının Şumnu[1] Kuşatması faslında şehit düşen topçu yüzbaşısı Mehmed Ağa’nın oğlu olarak dünyâya gelmiştir. Şinâsî, ilk eğitiminin ardından üvey babası vâsıtasıyla Tophâne Mektûbî Kalemi’ne kâtip olarak girmiş, burada hulefâ sınıfını geçip hocalık derecesine yükselmiştir. On yıl boyunca bulunduğu kalemde İbrâhim efendi’den Arapça ve Farsça, asıl adı Chateaunoeuf olan Mehmed Reşâd isimli eski bir Fransız subayından da Fransızca öğrenmiştir. Avrupa’ya öğrenci gönderileceğini öğrenince bu Fransız vâsıtasıyla Tophâne Müdürü Fethi Paşa’ya gitmek istediğini bildirdi ve Sultân’dan alınan izinle 1849’da Paris’e gitti. Türk hükûmetinin isteği doğrultusunda mâliye eğitimi alan Şinâsî ayrıca tabiî ilimler üzerine de çalıştı ve Lamartine’in meclislerinde bulunarak Ernest Renan, Samuel Silvestre de Sacy gibi şarkiyatçılarla ünsiyet kurdu ve bu vesîleyle 1851’de Societe Asiatique’e üye oldu. 1852 yılında, mâiyet kâtibi olarak Paris’e gelen Agâh Efendi’yle (Agâh Efendi maddesine bkz.) burada tanıştı. Bu tanışıklıktan sekiz yol sonra İstanbul’da, ilk özel Türk gazetesi olan Tercümân-ı Ahvâl’i birlikte çıkardılar. 1854/55’te İstanbul’a dönen Şinâsî Meclis-i Maarif üyeliğine tâyin edildi. Eflâk’taki vergi mükelleflerini ve defterlerini denetlemek için Bükreş’e gideceği sırada hem Meclis-i Maarif üyeliğinden hem de bu görevinden, memûriyete yakışmayacak davranışlar sergilediği gerekçesiyle alındı. Ayrıca 1859 yılındaki meşhûr Kuleli Vak’ası’nda da adı geçti.
Şinâsî, Agâh Efendi’yle Tercümân-ı Ahvâl’in ilk yirmi dört sayısında berâber çalıştıktan sonra ayrılarak 27 Haziran 1862’de Tasvîr-i Efkâr’ı çıkarmaya başladı. Kendi kurduğu matbaada basılan bu gazete, Türk düşünce târihinde önemli bir yere sâhip, öncü bir mevkûtedir. Birkaç ay sonra Nâmık Kemal (Nâmık Kemal maddesine bkz.) ve onu tâkiben Ebüzziyâ Mehmed Tevfik de gazetenin kadrosuna dâhil olmuşlar ve matbuât kânûnunda baskıcı gelişmeler olması üzerine 1865’te Paris’e kaçan Şinâsî, gazeteyi Nâmık Kemal’e bırakmıştır. Paris’teyken onunla haberleşse de, iki yıl sonra bu şehre kaçarak gelen başta Nâmık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılar’la yakınlık kurmayıp kendisini lûgat çalışmalarına hasreden Şinâsî, Sultan Aziz’in, Avrupa seyâhati esnâsında Paris’te bulunduğu günlerde Mustafa Reşid Paşa vâsıtasıyla İstanbul’a dönmesini istemesi üzerine onun mâiyetinde Peşte’ye gelmiş, burada bir süre kalarak Macar şarkiyatçılarıya görüşüp 1867’de İstanbul’a avdet etmiştir. Paris’e son bir defa gidip çalışmalarını sürdüren Şinâsî, 1869’da tekrar İstanbul’a dönmüş ve matbaasının başında kitap neşir faaliyetlerine yönelmiştir. Bu son dönüşten iki yıl sonra da vefât etmiştir. Mezarı, Ayaspaşa’da yapılan düzenlemeler dolayısıyla bugün kayıptır.
Tanpınar’ın tâbiriyle, “saf şiir zevkine hitâb etmeyen”; fakat “açtığı ve hız verdiği büyük hareketle beğenip sevdiğimiz”, 1862’de Tasvîr-i Efkâr Matbaası’nda basılan şiirlerini, yeni ismi Müntehâbât-ı Eş’ârım adıyla 1870’te ilâvelerle tekrar basan Şinâsî, 1870’te Durûb-ı Emsâl-i Osmâniye adında geniş bir atasözleri derlemesini Dîvân şiirinden örneklerle neşretmiş, Racine, Lamartine, La Fontaine ve Fenelon’dan tercüme şiirlerin yer aldığı Tercüme-i Manzûme’sini de aynı yıl yayınlamıştır. En bilinen eseri, 1859’da yazılmış ve Tercümân-ı Ahvâl’de tefrîka edildikten sonra 1860’ta tab edilmiş olan, görücü usûlü evliliğin hicvedildiği, Şâir Evlenmesi adlı tek perdelik komedidir. Sarf u Nahv-ı Türkî ve Kâmûs-ı Osmânî adlı gramer ve sözlük çalışmaları ise maalesef kayıptır.
Düşünce hayâtımıza gazetecilik ve matbaacılık kanalıyla canlılık kazandırarak yeni kavramlar getiren, bilhassa gazetesinde halkın anlayabileceği yalın bir dili kullanarak bu alanda öncü isimlerden biri olan ve “fikri bir süs tufanında boğan (…) nesrimize bir yazı dili haysiyetini verenlerin başında mutlak surette o vardır.” diyerek nesrimizi onunla başlattığı Şinâsî’yi, Ahmed Cevdet Paşa (Ahmed Cevdet Paşa maddesine bkz.) ve Münif Paşa’yla[6] birlikte yeniliğin üç büyük muharririnden sayan Tanpınar’a göre, ona, “Türk irfanının Avrupalılaşmasını, yani yeni bir dünya görüşü içinde kendimizi bulmayı borçluyuz.”