19 asır Osmanlı siyâsî ve düşünce târihinde büyük bir iz bırakan Ahmed Cevdet Paşa, Lofça’da[1] 27 Mart 1822 târihinde dünyâya gelmiştir. 1839 senesinde ilmiye sınıfına girmek için İstanbul’a gelmiş ve Fatih Camii’nde medrese eğitimine başlamıştır. Murat Molla Tekkesi’nden tanıştığı Farsça hocası olan Süleyman Fehim Efendi kendisine Cevdet mahlasını vermiştir. Cevdet Efendi’nin hayâtı İstanbul’a geliş amacına uygun olarak bir dönem medrese ve tekke arasında geçmiştir. Medrese tahsili boyunca ilim öğrenmek için durmadan çalışan Cevdet Efendi tahsilini bitirince önce 1844 yılında kadı olarak tâyin edilmiş ardından 1845 yılında müderrisliğe başlamıştır.
Hayâtının dönüm noktası ise 1846 yılında dönemin sadrâzamı ve Tanzîmât’ın mîmârı Mustafa Reşid Paşa’nın hizmetine girmesiyle olmuştur. Cevdet Efendi’nin burada geçirdiği yıllar kendisi için bir tecrübe kaynağı işlevi görmüştür. Siyâseti ve devletin işleyiş biçimini öğrenen Cevdet Efendi, Reşid Paşa’nın sırdaşı olmuş, Tanzîmât’ın diğer önemli simâları olan Fuad Paşa ve Âli Paşa’yla dostluk kurmuştur. Bu dönemde Türkçe’nin ilk gramer kitabı olan Kavâid-i Osmâniyye’yi kaleme almış, Fuad Paşa ile birlikte Şirket-i Hayriye’nin kuruluş projesini hazırlamıştır.
Encümen-i Dâniş’in kuruluşunda görev alan Cevdet Efendi’ye, Sultan Abdülmecid tarafından 1774-1826 yılları arası Osmanlı târihini yazma görevi verilmiştir. 1855 yılında da devletin resmî vak’anüvisliğine tayin edilmiş ve ayrıca 1859’da Pirizâde Sâhib Molla’nın bıraktığı yerden başlayıp İbn Haldûn’un Mukaddime’sini Türkçeye kazandırarak üç cilt hâlinde bastırmıştır.
1858’de Reşid Paşa’nın ölümünden sonra ilmiye sınıfında yükselmeye devam ederek Mayıs 1863’te Anadolu Kazaskerliği pâyesi almıştır. Devlet işlerindeki başarısı sebebiyle, Rumeli ve Anadolu’da Tanzîmât’ın uygulanmasında sorun yaşanılan bölgelere gönderilmiştir. Ocak 1866’da vak’anüvislik görevinden ayrılmış, ilmiye mesleğindeki rütbesi vezârete döndürülmüştür. Böylece Şeyhülislâmlık makâmına aday olan Cevdet Efendi’nin yerini, devletin siyâsî işlerinde ön plana çıkmaya başlayacak olan Cevdet Paşa almıştır. Osmanlı târihinde ilk kez bu kadar yüksek bir rütbede ilmiyeden mülkiyeye, yâni efendilikten paşalığa geçiş yaşanmıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın bu dönemde gerçekleştirdiği en önemli başarılardan biri de Mecelle-yi Ahkâm-ı Adliye denilen Osmanlı hukukunun tanzîm edilmesi çalışması olmuştur. Bir kısım devlet adamlarınca Code Civil’in, yani Fransız medenî kânûnunun tercüme edilmesi ve bütün Nizâmiye Mahkemeleri’nde Code Civil’in tatbik edilmesi teklîfine Cevdet Paşa şiddetle karşı çıkmıştır. Onun girişimleriyle Hanefî fıkhına dayalı bir Mecelle düzenlenmesi kararı alınmıştır. Bunun üzerine ömrünün Târih-i Cevdet ile berâber ikinci büyük anıtı olan Mecelle’nin hazırlığına başlamıştır. Bu amaçla dönemin ileri gelen fakihlerinden bir ilmî komisyon oluşturulmuş ve bu komisyonun başkanlığını da Cevdet Paşa getirilmiştir. Komisyonun uzun yıllar çalışması sonucunda Mecelle ortaya çıkmıştır.
Bu arada da kısa süreli Halep ve Bursa Valiliği ile Divân-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığı görevini de üstlenmiştir. Nisan 1873’te Maârif Nazırı olmuş ve okulların iyileştirilme çalışmalarını yürütmüş, Takvîm’ül edvâr adlı bilimsel kitabını, ortaokul ve liselerde okutulacak Kavâid-i Türkiye, Âdâb-ı Sedâd ve Mi’yâr-ı Sedâd adlı ders kitaplarını hazırlamıştır.
Sultan Abdülmecid’in ölümünden sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz’i bir kısım devlet adamlarının hâl etmek istemesi sebebiyle Pâdişâh’a sadâkatle bağlı olan Cevdet Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırılmasına çalışılmıştır. Bu sebeple Kasım 1874’te Yanya Vâliliği’ne atanmış, Mart 1876’da Rumeli teftişine gönderilmiştir. Suriye Vâlisi ve ardından da Maâif Nâzırı olarak görev almıştır. İşte bu dönemde Osmanlı târihindeki ilk modern darbe diye nitelendirilebilecek 1876 ihtilâli ile Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi olayı gerçekleştirilmiştir. Bu olay Cevdet Paşa’yı sarsmış ve gerek Sultan Aziz’in tahtan indirilmesinde gerekse sonraki süreçte yaşanan şüpheli ölümünde rol oynayan Midhat Paşa’yla arası bozulmuştur.
Tahta (II.) Abdülhamid’in çıkmasından sonra Ekim 1876’da Adliye Nâzırı olarak görev yapan Cevdet Paşa, meşrûtiyet yanlıları tarafından yürürlüğe konmak istenen Kanûn-ı Esâsî müzâkerelerinde Midhat Paşa ile şiddetli tartışmalar yaşamış ve aralarındaki soğukluk su yüzüne çıkmıştır. Midhat Paşa’nın sadâreti döneminde görevine devam eden Cevdet Paşa Mecelle’nin tamamlanmasını sağlamıştır. Bir süre sonra Dâhiliye Nâzırlığı’na[7] atanmıştır.
İlerleyen süreçte Evkaf Nâzırlığı[8], Suriye Vâliliği, Ticâret Nâzırlığı, Meclis-i Vükelâ başkanlığı, Adliye Nâzırlığı görevlerini üstlenmiştir. Sabık Sadrâzam Midhat Paşa’nın târih kitaplarına Yıldız Mahkemesi adıyla geçecek olan duruşmasına başkanlık etmiş ve gerek yargılama sırasında gerekse Midhat Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan gelişmelerde oynadığı rol sebebiyle bâzı eleştirilere hedef olmuştur.
(II.) Abdülhamid’in isteğiyle 1839-1876 yılları arasındaki siyâsî olayları anlatan Ma’rûzât adlı eseri kaleme alan ve Ahmed Vefik Paşa’nın sadrâzam olması üzerine Kasım 1882’de Adliye Nâzırlığı görevinden ayrılan Paşa, 1886 yılına kadar devlet yönetim kadrosunda yer almamıştır. Ancak bu dönemde Cevdet Paşa yine boş durmamış bir yandan çocuklarının eğitimiyle ilgilenirken diğer yandan da 1884 yılında ömrünün yaklaşık 33 senesini vakfettiği Târih’ini tamamlamıştır. Bu arada yaşadığı döneme ilişkin siyâsî, sosyal ve kültürel olayları anlatan Tezâkir-i Cevdet’i hazırlamaya başlamıştır. Haziran 1886’da yeniden Adliye Nâzırı olmuş, Sultan (II.) Abdülhamid’in husûsi toplantılarına katılmıştır. Hz.Âdem’den (II.) Murad devrine kadarki peygamberler ve İslâm devletleri târihinden ibâret olan Kısâs-ı Enbiyâ’yı yazarak tamamlamış; Hilye-i Saâdet ve Hulâsâtü’l-beyân fi Te’lifi’l-Kur’ân adlı dinî eserlerini neşretmiş ve Tezâkir-i Cevdet’i bitirmiştir.
Adliye Nâzırlığı’ndan ayrıldıktan kısa bir süre sonra Mayıs 1890’da (II.) Abdülhamid tarafından Mecâlis-i Âlîye’de görevlendirilmiştir. Bundan sonraki vaktinin çoğunu ilmî çalışmalara ve çocuklarının eğitimine ayırmıştır. Ömrünün son nefesine dek kendini ilme adayan Cevdet Paşa kısa bir hastalık döneminden sonra 1895 yılının 26 Mayıs’ını 27’sine bağlayan gece Bebek’teki yalısında vefât etmiş ve Fâtih Sultan Mehmed Türbesi hazîresine defnedilmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa, geleneksel Osmanlı eğitim kurumu olan medreseden yetişmiş ilmiye sınıfına dâhil biri olduğu hâlde kendi sınıfının zihin kalıplarını kırarak Avrupa medeniyeti hakkında târihî tesbit ve izahlarda da bulunmuştur. Kendisi, Osmanlı için geleneksel düşüncenin Avrupa’nın üstünlüğü çerçevesinde zihinsel bir kırılmaya uğradığı Tanzîmât dönemi aydınıdır. Bu bağlamda Avrupa medeniyetine bakışı ve modernleşme faaliyetleri açısından Avrupaî bilgi ve teknolojinin geleneksel İslâm-Osmanlı düşüncesine yerleştirilmesi çabaları dikkat çekicidir. Bu durum ise onu Doğu-Batı çizgisinde gezen ve bir yanıyla aşırıya kaçmayan gelenekçi, diğer yanıyla da basit bir taklitçi olmayan yenilikçi yapmıştır. Kendisi gelenekçilik ile yenilikçilik arasında bir senteze varmaya çalışan kişiliği ile ön plana çıkmaktadır. Reşid Paşa’nın himâyesi altında Tanzîmât’ın felsefesini anlamaya çalışan Cevdet Paşa, başta eğitim ve hukuk olmak üzere Tanzimat kurumlarının nizâmının oluşumunda ve işleyişinde büyük pay sâhibidir. Devlet kademesinde önemli mevkilerde görev yaparak tecrübe kazanan Paşa, çağdaşı olan ilmiye sınıfından düşünce sistemi olarak ayrılmaktadır. Ulemânın Tanzîmât’la başlayan köklü değişimleri benimseyememesinin sonucu oluşan “muhalefet etme” ve “değişime karşı koyma” çabaları Cevdet Paşa’da görülmez. Onun amacı geleneksel yapıdan vazgeçip Batılılaşma çabası içerisine girerek ayakta kalmaya çalışan Osmanlı Devleti’nin, bu değişim sürecinde İslâmî yapısını muhafaza etmesidir. Bu yönüyle Ahmed Cevdet Paşa devletin bekâsı için çalışmış ve gelenek ile yenilik arasında, diğer bir deyişle Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi görmüştür.
19. asırda modernizmin toplumlara dayattığı, târih boyunca dünyâda tek bir medeniyetin -Batı medeniyetinin- vâr olduğu ve bu medeniyeti oluşturan temelin tamamıyla Batı’ya âit olduğu iddiâsının aksine, Cevdet Paşa her vesileyle Avrupa’nın bugünkü ileri seviyeye ulaştığı medeniyet yolundaki birçok emâreyi İslâm dünyasından görüp aldığını vurgulamıştır. Ona göre çağın şartlarına ayak uydurabilmek için Avrupa’daki medeniyet ürünleri Osmanlı tarafından da özümsenmelidir. Lâkin bunu yaparken Avrupa’nın kendine özgü toplumsal yapıları ve kültürel değerleri alınmamalı ve taklitçiliğe düşülmemelidir. Bu nedenledir ki kendisi Fransız medenî kânunlarının alınmasına karşı çıkarak geleneklere bağlılığını ortaya koymuş; ancak çağın şartları gereği Osmanlı hukûkunun yazılı hâle getirilip tedvin edilmesi işleminin de mimârı olarak yenilikçi yönünü göstermiştir. Cevdet Paşa’nın bu çift yönlü duruşunu geleneksel İslâm-Osmanlı düşüncesi ile Batı bilgisini birleştirme çabalarının bir ürünü olan Encümen-i Dâniş’in kurulması ve faaliyetlerinde aktif rol almasında da görebiliriz. Cevdet Paşa’nın dikkat ettiği medeniyet ve kültür farklılığından doğan bu bakış açısının hemen hemen aynısı 20. asır başlarında bu konu üzerinde sıkça duran Ziyâ Gökalp’ta da vardır. Türk sosyolojisinin mihenk taşları olan bu iki düşünürün medeniyet algılarının arasındaki fark ise Cevdet Paşa’nın büyük bir zihinsel kırılmanın yaşandığı Tanzîmât anlayışı doğrultusunda, Gökalp’ın ise Türkçülük ideali çerçevesinde konuyu tartışmalarıdır.