Ahmed Hikmet Müftüoğlu, Mora’da kuşaklar boyu müftülük yapmış bir âileden gelmektedir. Dedesi Abdülhalim Efendi, Yunan isyânı zamânında Rumlar tarafından sakalı gaza bulanarak feci şekilde yakılmak sûretiyle katledilmiş, bunun üzerine Abdülhalim Efendi’nin eşi, henüz bir yaşında olan Ahmed Hikmet’in babası Yahya Sezâî’yi yanına alarak İstanbul’a gelmiş ve burada akrabalarının himâyesine girmiştir. 1858’de Evkaf Mektubî Kalemi’nde Girit Kapı Kethüdâlığı yapan ve aynı zamanda tasavvufî şiirleri bulunan Yahya Sezâi iki kere evlenmiş, hayattayken altı çocuğunun kaybına şâhit olmuştur ki bunlardan üçü birkaç gün arayla kuşpalazından vefât etmiştir. İşte Ahmet Hikmet bu ıstıraplı babanın ve soyu mutasavvıf şâir Niyâzî-i Mısrî’ye ulaşan bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Mahalle mektebinden sonra Mahmudiye Vakıf Rüşdiyesi’ne ve Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’ne devam edip bunların ardından Mekteb-i Sultânî’ye giren Ahmed Hikmet, ağabeyi Refik Bey’in bacanağı olan Tevfik Fikret’le buradaki öğrenciliği zamanında münâsebet kurmuştur.
Edebiyâtımızda hikâyeciliği ile şöhret bulmuş olsa da henüz on sekiz yaşındayken Nâmık Kemâl’in ölümü üzerine yazdığı, “Yâd-ı hicrânı kâlb-i millette / Bâis-i hüzn-i bî-hemâl oldu / Benzedi bir şehide… Gurbette / Her bir âhın sonu Kemâl oldu” mısrâlarıyla başlayan bilinen ilk manzumesi, iyi bir şâir olduğunu da göstermektedir. Ayrıca henüz okuldan mezun olmadan 18. asır Fransız eczâcısı Augustin Parmentier’den Patates adıyla bir çeviri yapmış, bunu Baronne de Staff ve Alexandre Dumas (Fils)’dan yaptığı tercümeler izlemiştir. Yalın dili ve içerdiği hece ölçülü yalın dörtlüklerle Servet-i Fünûn dönemi edebiyatının tasannu özentili dilinin çok uzağında bir millî lisân hamlesi örneği sayılabilecek ilk hikâyesini de Mekteb-i Sultânî öğrenciliği sırasında yazmıştır. Bu, “Leylâ yahut Bir Mecnûn’un İntikamı”dır. 1888’de Mekteb-i Sultânî’den mezun olan Ahmed Hikmet Pire ve Poti şehbenderliklerinde birer sene çalışıp İstanbul’a döndükten sonra Umûr-ı Şehbenderî Kalemi Serhalifeliğine tâyin edilmiş, bir taraftan da Mekteb-i Sultânî’de 1908’e kadar imlâ, gramer ve kitâbet hocalığı yapmıştır. 1890 – 93 yılları arasında Hazîne-i Fünûn ve Servet-i Fünûn’da çeşitli tercüme ve uyarlanmış musâhabelerine rastladığımız Ahmed Hikmet 1894 – 1900 yılları arasında yirmi iki hikâye yazmış, bunları Haristan ve Gülistan’da biraraya getirerek yayınlamıştır (1900). Bu yıldan meşrûtiyetin îlânına kadar, istibdâdın artan baskısı ve katlanılmaz sansür uygulamalarıya pek çok edîbe kalem bıraktıran, 20. asrın bu ilk sekiz yıllık evresinde imzâsına rastlanmayan Ahmed Hikmet, bundan sonra, adıyla en çok anıldığı eseri olan Çağlayanlar’a girecek hikâyelerini ortaya koymuştur.
1908’de Hâriciye Nezâreti’nden alınarak Ticaret ve Ziraat Nezâreti Umûr-ı Ticâriye Umum Müdürlüğü’ne getirilen Ahmed Hikmet, aynı yıl Tevfik Fikret’in Mekteb-i Sultânî Müdürlüğü’ne getirilmesiyle buradan da ayrılmıştır. F. Abdullah Tansel, Fikret’in, kızkardeşinin kocası, yâni eniştesi olan Ahmed Hikmet’in ağabeyi Ahmed Refik kadar Ahmed Hikmet’e de kızkardeşinin ölümü dolayısıyla muğber, yâni kırgın olduğu bilgisini aktarmıştır. En eskisi Türk Derneği’nde 1909 yılında yayınlanan ve Çağlayanlar’ın sonunda yer alan “Yakarış”, en yenisi ise 1922’de yayınlanıp Çağlayanlar’ın başında yer alan “Türkeli Zeybeklerine” olmak üzere hepsi vatan ve millet hisleriyle, terkipsiz yalın bir lisan kulanılarak kaleme alınmış on altı hikâyeden müteşekkil Çağlayanlar, İkdamcı Ahmed Cevdet’e göre birkaç önemli hizmet görmüştür: “Birincisi, Türkçe sözlerin edebî bir kitapta baştan aşağı kullanılması; ikincisi, bu sözlerin duyguyu ifâdeye tamamen elverişli olduğunun isbâtı; üçüncüsü, Türk esâtirî târihini bildirmesi; dördüncüsü yurt ve millet duygusunun yükseltilmesidir.”
Ahmed Hikmet, Çağlayanlar’ı, “Ey Türk! Bu satırlarda mâzinin destanlarını, hâlinin hicranlarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi” sözleriyle açar ve bilhassa Harb-i Umûmî esnâsında yazdığı hikâyelerle geçmiş mefâhir kaynaklarını canlandırıp milleti meyusiyetten kurtarmaya çalışır. Eski Türk destanlarından ilhâm aldığı hikâyelerde medeniyetçe eski bir millet olduğumuza vurgu yapar. “Turhan Nasıl Çıldırdı?” hikâyesinde millî emellerle dolu bir gencin kozmopolitleşen memleket manzarası karşısında tecennününü anlatır. Ahmed Hikmet bütünüyle millî hislerle ve millî lisânın imkânlarını kullanarak yazdığı bu hikâyelerde millî terbiye için örnek teşkil eden yalın bir romantizmle yüklü, kuvvetli bir milliyetçi edebiyat anıtı dikmiştir.
Celâl Sâhir’in, “Kendisinde millet ve vatan sevgisinin dâimâ genç ve kuvvetli bir heyecan hâlinde yaşadığını ve bütün eserlerinin kâlbinde çarptığını” belirttiği, Hüseyin Rahmi’nin, “Türklüğün âb-ı hayat sebilcilerinden biri”, Mehmed Rauf’un “millî mürşid” olarak nitelendirdiği Ahmed Hikmet, 1908’de kurulan Türk Derneği’nin çalışmalarıyla ilgilenmiş ve bu derneğin aynı adlı dergisinde neşriyâtta bulunduğu gibi, 1912’de kurulan Türk Ocakları’nın da müessisleri arasında yer almış; F. Abdullah’ın, onun yakınında bulunmuş yeğeninden naklettiğine göre, karakteri îtibâriyle de hikâyeleri gibi millî hayata örnek teşkil edecek bir adam olarak temâyüz etmiştir: «Onda perişanlığı seven, dalgın ve yarı mest bir san’atkâr hâli değil, uyanık, itidâle riayetkâr bir nizamperest, bir edip, bir mütefekkir tavrı vardı. San’atın vâlidi iyilik ve güzellik olduğuna göre, san’atkârın nesci de fazilet ve ahlâk olmalıdır diyordu. Onun için bütün hareketlerinde muttarid bir insicam ve şaşmaz bir intizam göze çarpardı” 1912’den Harb-i Umûmî’nin sonuna kadar Budapeşte Şehbenderliği’nde bulunan ve 1922’den hilâfetin ilgâsına kadar son halîfe Abdülmecid’in başmâbeyncisi olan Ahmed Hikmet’in son memûriyeti, Ankara’da Hâriciye Vekâleti bünyesinde Konsolosluk Hizmetleri ve Ticaret Umum Müdürlüğü’dür. Maçka Şeyhler Mezarlığı’nda yatmaktadır.
Göktürk Çakır