Ali Emiri kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

7 mins read

Gürlek’in tâbiriyle, “hayâtını kitaplarına, kitaplarını millete vakfeden”, Millet Kütüphânesi’nin kurucusu ve Divânu Lûgâti’t-Türk’ü gün yüzüne çıkararak Türk milletine hizmetlerin en büyüğüyle hizmet eden muhibbân-ı kütüb Ali Emîrî Efendi, ebedî Türk yurdu Diyarbakır’ın milletimize en büyük hediyelerinden biri olarak bu şehrin köklü bir âile muhiti içinde doğmuştur. Emîrî mahlasıyla şiir yazan Diyarbakır şâirlerinden Sâim Seyyid Mehmed Efendi’nin neslinden gelen Ali Emîrî, ilk eğitimine ataları tarafından yaptırılan Sülûkiye Mescidi’nde âtiyyütterceme Fethullah Feyzi Efendi’den Kur’an ve ilm-i hâl okuyarak başlamış, ilk edebî terbiyesiniyse Âşık Ömer ve Vehbî Divânı’ndan almıştır. Eğitimini amca ve dayılarının rahlesinde sürdüren bu büyük kitap âşığı, ilk zihnî temrinlerine amcası Şâban Kâmi’nin hediye ettiği ve beş yüzden artık şâirin dört bin beyitlik varlığını içeren Nevâdirü’l-âsâr’ı – sonraları pek çok kişinin öveceği kuvvetli hâfızası sâyesinde – ezberleyerek girişmiş ve yine aynı amcasından altı yıl boyunca hüsnühat dersleri almış, ayrıca kendi ifâdesiyle “iktibâs-ı envâr-ı ulûm”, yâni ilimlerin aydınlığını öğrenmiştir.

Kendi yaşam öyküsünü anlatırken ömrünü kitap okumaya hasrettiğini ve hiçbir zaman eğlence merâkı olmadığını, hatta yirmi senedir İstanbul’da bulunduğu hâlde arabayla geçmek durumunda kaldığı zamanlar hâriç Beyoğlu’nu görmediğini, Ada’ya gitmediğini, sigara, enfiye, kahve ile me’luf olmadığını ifâde eden Ali Emîrî, 1875 senesinde, nasıl çalıştığını merak ederek Diyarbakır Telgrafhânesi’nde işe başlamış, altı ay burada bulunduktan sonra bu yeni teknolojiye hayretini on üç beyitlik bir telgrafnâme manzûmesiyle ortaya koymuştur. Çok kitap okumaktan rahatsızlanan ve doktorların hava değişimi tavsiyesine uyarak Mardin’e giden Ali Emîrî, burada da üç yıldan fazla bir süre, tasdîkât, tasavvurat, şerh-i akâid gibi çeşitli ilimleri tahsil etmeyi sürdürmüş ve ayrıca Arapça’sını ilerletme imkânı bulmuştur.

Buradaki ikâmeti sırasında Sultan (V.) Murad’ın cülûsu üzerine yazıp Diyarbakır vilâyet gazetesinde yayınlattığı doksan üç beyitlik kasîdesiyle dikkat çeken ve bunu onun yazdığına inanmayan eşraftan bâzılarını, vezin ve kâfiyeyi onlara seçtirerek, benzer bir kasîde daha yazmak ve ayrıca Mardin’de görev yapmaya başlayan Said Paşa’nın gazelini tanzîr etmek sûretiyle şaşırtan Ali Emîrî, böylece, Muhtar Tevfikoğlu’nun tâbiriyle sanat kapısından memuriyete girer ve tekrar Diyarbakır’a döndükten sonra telgrafhaneye memur olarak tâyin edilir; fakat Said Paşa’nın isteğiyle Mardin sancağı tahrîrat kalemi ketebesine atanır ve bir taraftan da amcası Şâban Kâmi Efendi’nin rahlesinde eğitimini sürdürür. Bu uğraşların hâricinde, Diyarbakır mezarlıklarını gezerek, şehrin âlim, şâir ve sanatkârlarının hayatlarını muhtevî fakat yayınlanmayan Mir’âtü’l-fevâid adlı eseri için malzeme toplar. Aynı zamanda o çalışmadaki şâirleri içeren bir özet olarak Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid’i yazmaya başlar. Yetmiş dokuz şâirin yer aldığı ve 1876’da biten bu eseri, birtakım ilâvelerle çok sonra, 1910’da bastıracaktır. Ali Emîrî şiirle çokça meşgul olmasına ve erken dönemlerinde üç ciltten müteşekkil dîvânlar tertip etmesine rağmen İbnülemin Mahmud Kemal tarafından, “nazmında da rekâket varsa da nesri derecesinde rekik ve müşevveş değildir” yorumuyla düzyazısının şiirlerinden iyi olduğu kaydedilmiştir. S. E. Çeltik’in aktarımına göre, Sadettin Nüzhet de onun on bin beyti aşkın şiiri olduğunu fakat kendisine has kuvvetli bir üslûbu olmadığını, çeşitli dîvân şâirlerinin tesirinde kaldığını ifâde etmiştir. Muhtemelen bunda, Kilisli Rifat’ın da belirttiği gibi, yüz bin beyti ezbere bilecek kadar Osmanlı şiirine vâkıf olmasının da etkisi vardır.

Diyarbakır, Mâmuretülaziz ve Sivas vilâyetleri Islahat Başkomseri olarak Diyarbakır’a gelen Âbidin Paşa’nın dikkatini çekerek onun talebiyle ıslahat komisyonunda müsevvid olan Ali Emîrî, bu târihten îtibâren Kozan, Adana, Leskovik, Kırşehri, Trablusşam sancaklarında kâtip ve muhasebeci, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de mâliye müfettişliği ve defterdarlıklarda çalışmış; Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın muhtelif vilâyetlerinde memurluk yapmıştır. Ali Emîrî memur olarak bulunduğu yerlerin yetiştirdiği fâzıl kimselerin hayatlarına duyduğu ilgiyle ve “âsâr-ı eslâfı mümkün mertebe ziyâdan kurtarıp nesl-i âtiye tevdi etmek” maksadıyla buraların târih ve edebiyâtına katkı sunan çeşitli çalışmalar yapmıştır. Örneğin İşkodra’ya ikinci gelişinde derlediği mâlûmâtla İşkodra Vilâyeti Osmanlı Şâirleri adlı eserini kaleme almış, bu çalışma İkdam gazetesinde 29 sayı boyunca tefrîka edilmiştir. Aynı şekilde Yanya’da ve Tesalya’da bulunduğu sıralarda Yanya Vilâyeti Osmanlı Şâirleri ile Tesalya Osmanlı Şâirleri adlı eserlerini hazırlamıştır. Yemen’de bulunduğu zaman zarfında derlediği bilgi ve belgelerle Yemen Hâtırâtı adı eserini oluşturmuş, bu eserinde, o bölgenin önemli imam ve isimlerinin hayatlarına da yer verdiği gibi, “Yemen’in Islâhâtına Dair Bazı Mütâlaât” adlı bölümle bölgedeki idârî sıkıntılara dâir çözüm önerileri sunmuştur.

Meşrûtiyet’ten sonra emekli olan ve bâzen eksik bir cilt peşinde memûriyetini imparatorluğun bir ucundan diğerine naklettirebilecek kadar azimli bir bibliyoman olarak topladığı kırktan artık sandık dolusu kitabıyla İstanbul’a yerleşen Ali Emîrî, bu sandıkların içindeki 16.000 ciltten oluşan kitaplarını, 1699 – 1700’de Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından dârülhadis olarak kurulan ve ilk koleksiyonu onun tarafından oluşturulan Fevziye Medresesi’ne bağışlayarak 17 Nisan 1916’da kendi verdiği Millet Kütüphânesi adıyla buranın açılışını gerçekleştirmiş ve ömür boyu bu irfân yuvasının nâzırı olarak başında bulunmuştur. Ayrıca, Dr. Rıza Nur’un ifâdesiyle, “adını altın yazı ile yazmaya kâfi” bir hizmet sayılan ve bir sahafta tesâdüfen bulup yok oluştan kurtardığı, Türklüğün kültür anıtlarının en büyüğü olarak parlayan, büyük sözlükçümüz Kâşgarlı Mahmud’un Divânu Lûgâti’t-Türk’ünün tek yazma nüshası da bu kütüphânede mahfuzdur. Kitap, Ziya Gökalp ve Talât Paşa’nın girişimiyle Kilisli Rifat tarafından ilk defa neşredilerek Türk irfânının en değerli kaynağı olmuş, Paşa’nın bu hizmete mukâbil yolladığı 300 lira mükâfat ise, Ali Emîrî tarafından, “Ben simsar değilim, dellâl değilim; vatan nâmına bir kitap istenilmiş, vermişim” sözleriyle reddedilmiş, paranın muhtaç âilelere dağıtılması istenilmiştir. Ali Emîrî emekli olduktan sonra da çeşitli resmî kurumlarda önemli görevler almayı sürdürmüş; Millî Tetebbular Encümeni başkanlığını deruhte etmiş, çok sonraları Türk Tarih Kurumu’na dönüşecek olan Târih-i Osmânî Encümeni’nde âzâ olarak yer almış; ayrıca Tasnîf-i Vesâik-i Târihiyye Encümeni’nin başında bulunduğu 1918 – 1921 yılları arasında, resmî belgeleri derleyerek kendi adıyla anılacak olan Ali Emîrî Tasnifi’ni meydana getirmiştir.

1908 – 1909’da Âmid-i Sevdâ adlı 6 sayı çıkan bir dergi neşreden Ali Emîri, millî ve siyâsî meselelere de eğilmiş, Harb-i Umûmî sonunda basılan Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi adlı eserinde Ermeni meselesine ve Osmanlı bütünlüğünü bozmak isteyen Batı devletlerinin emellerine temâs ederek bu sorunlu coğrafya hakkında ilk teliflerden birini vücuda getirmiştir. 31 Mart 1918 – 30 Eylül 1920 târihleri arasında 31 sayı neşredilen, Osmanlı târihine, mefâhir-i millîyeye hizmet etmek hâricinde, kavgalı olduğu Fuad Köprülü’nün polemiklerine rahatça cevap verebilmek amacıyla Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı ve onun devâmı olarak 31 Ağustos 1922 – 5 Ocak 1923 târihleri arasında 5 sayı olarak neşredilen Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı çıkarmış, Vesâikü’l Âsâr adlı nazîre antolojisini de bu son dergide tefrîka etmiştir. Ali Emîrî’nin, yayınlanmış, yayınlanmamış pek çok eserinin yanı sıra, bugüne ulaşmayan eserleri de bulunmaktadır. On altı ciltten oluşan, S. E. Çeltik’ten öğrendiğimize göre, ilk cildi Muzaffer Esen’de mevcut Osmanlı Şâirleri, ilk Osmanlı şehzâdelerinin şiirleri ve bunlara yapılan nazîrelerden oluşan Mevâhibü’s-sülûk, Diyarbakırlı meşhurların konu edildiği Âbâü’l-akvâm bunlardandır. Ali Emîrî Efendi, büyük eseri Millet Kütüphânesi’nin yakınında, Fatih Câmii hazîresinde medfundur.

4/5 - (1 vote)
Haber Oku
Tidings Globe