Zengin ve asîl bir âilenin çocuğu olan Ali Şir Nevâî evvelâ babasının vesilesiyle Timurlulardan Ebû’l Kâsım Bâbür’ün himâyesine girmiş, sultânın teveccühüne mazhâr olarak onun tarafından “Oğlum” hitabıyla iltifat görüp takdir edilmiştir. Aynı himâyeyi gören ve kendisi gibi bir sanatkâr olan Timurlu hükümdârı Hüseyin Baykara’nın mühürdârı, dîvân beyi ve nedîmi olmakla birlikte bir hattat, ressam, mûsikîşinas, kat’ ve tezhip konusunda bilgili büyük bir şâirdir. Türk târihinin ricâl-i devlet galerisinde bu özellikleri ve tesîri altında kalan geniş bir şâirler topluluğu ile edebiyatımıza büyük katkı sağlamış, büyük İranlı sanatçıların eserleriyle boy ölçüşebilecek Türkçe dîvânlarıyla ve Şapolyo’nun tâbiriyle “Türk edebiyatına insanı hayran eden parçalar” bırakmak sûretiyle dilimizin şahrâhında büstü yükselen en seçkin sîmâ olmuştur.
Herat doğumlu ve köken îtibâriyle Uygur olan Ali Şîr, 1499’da tamamladığı Muhâkemetü’l-Lûgateyn adlı eserinde Türk dilinin Farsça’dan ifâde kudreti ve genişlik îtibâriyle daha yukarıda olduğunu birçok örneklerle ele almış, buna rağmen dilimizin bu hakikatinin gizli kalmasından, kaabiliyetsiz şâirlerimizin Farsça yazmalarından hayıflanarak yüksek bir millî şuura mâlik olduğunu da göstermiştir. Mürşîdi ve üstâdı Molla Câmî’nin vâsıtasıyla Nakşî yoluna bağlanan Ali Şîr, İran edebiyatının klâsik devrinin bu son büyük şâirinin şiirlerini değerlendirip tâdil edecek kadar da onun îtimâdını kazanmıştı.
Dîvân ve hamseleri dışında tezkireler, dinî ve ahlâkî eserler, târih ve biyografiler de kâleme alan velûd bir sanatçı olması devlet idâresi konusunda elini zayıflatmamıştır. Bilakis dirâyeti sâyesinde vergi sıkıntısı sebebiyle çıkan bir ayaklanmayı önlediği gibi Hüseyin Baykara’nın tahtını, Herat üzerine yürüyen, Timur’un bir diğer torunu Mirzâ Yâdigâr Muhammed’i yakalamak sûretiyle kurtarmıştır da. Hüseyin Baykara’nın onun için “Rüknü’s-saltana (saltanâtın dayanağı), umdetü’l-memleke (memleketin desteği), adüddü’-devleti’l-hâkânî (Hâkânın devletinin yardımcısı), mukarrebü’l-hazreti’s-sultânî (Pâdişah dostu), Nizâmü’d-dîn emîr Ali Şîr Nevâî, şefkatli kâlbi ile bu yüksek devlet güneşinin tulûu zamanından beri temiz niyetli fikrini ve büyük kudret ve dirâyetli niyetini bu devletin yükselmesi uğrunda sarf etmiş…” demesi boşuna değildir.
Sigrid Kleinmichel’e göre, Osmanlı şiirinde görülen Çağatayca şiir yazma geleneğinin bilhassa Nevâî’nin Farsça gibi büyük bir kültür dili karşısında Çağatay Türkçesi ile güçlü eserler ortaya koymuş olmasının yarattığı hayranlığın etkisinde geliştiği kesindir. Bununla birlikte bu gelenek onunla başlamamıştır. Meselâ Ahmed-i Dâ’î’nin Çağatayca bir İskendernâme yazdığı ve bu gibi münferid örnekler bulunduğu bilinmektedir. Muhtemelen, 15 ve 16. asırda Osmanlı sarayı ve şehzâde sancaklarında Herat ve Semerkand bölgesinden gelmiş, Çağatayca bilen âlim ve sanatkârların olması sonraki güçlü etkiler için uygun bir zemîn de yaratmış olmalıdır. Aynı bilim adamı, Nevâî’nin tesiriyle Osmanlı şâirlerinde mesnevî külliyâtı (hamse) oluşturma geleneğinin doğmuş olduğunu da belirtir.
Kendisinden yaklaşık bir asır sonra yazılmış olan bir tezkîrede kaydedildiği gibi, “Ben fakir onun târifi ve tavsifi hususunda kelime bulmaktan âcizim.” Yine aynı tezkîrecinin dediği gibi “teyemmünen” birkaç kelime edip bu küçük biyografi kitabını onun ışığından mahrûm etmemiş olduk.
Göktürk Ömer Çakır