Çankırı’dan İstanbul’a gelip geçimini mührecilikle sağlayan bir babanın oğlu olarak Cerrahpaşa’da doğan Ali Suâvi, rüşdiyeyi bitirdikten sonra Bâb-ı Seraskerî’de Dersaadet Kalemi’ne girerek burada kâtiplik yapmaya başlamıştır. Ulûm gazetesinde neşrettiği biyografisine göre Bursa Rüşdiye Mektebi’nde başöğretmenlik, Sofya Ticâret Mahkemesi Reisliği ve Filibe Tahrîrât Müdürlüğü gibi görevlerde bulunur. On yedi – on sekiz yaşlarında hacca da gittiğini belirten Suâvî, hadis konusunda kendisine muhaddis denilecek kadar başarılı olduğunu da ekler. 1867’de Filibe’den dönünce Şehzâde Camii’nde vaazlar vermeye başlayan ve buradaki şöhreti sebebiyle gelen teklif üzerine Muhbir’de yazılar yazan Suâvî, gazetede yazma sebebinin, gazetelerin “köhne inşâlarını ve mu’tâd-ı kadîm üzre bî-ma‘nâ sitayişlerini bozmak” olduğunu söyleyerek nesir dilini sâdeleştirmeye çalıştığını da beyan ve bu çabasıyla memlekete “hürriyet-i aklâm”ın girdiğini ifâde etmiştir.
Devletin hâricî siyasetine dâir Muhbir’de yönelttiği bâzı eleştiriler ve o sırada Avrupa’da bulunan Mustafa Fâzıl Paşa’nın Sultan Aziz’e hitâben Mısır meselesi dolayısıyla kaleme aldığı mektubunu yayınlaması ve aynı mektubu Nâmık Kemal’in de Muhbir’den iktibasla Tasvîr-i Efkâr’da neşretmesi üzerine kopan vâveylâda Kastamonu’ya sürülür. Diğer menfâlar Kemal ve Ziya Paşa ile memleketten kaçıp Messina’da buluşarak Paris’e intikâl eden Suâvi, burada Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin aldığı kararla Muhbir’i çıkarmak üzere Londra’ya geçer. Ziya Paşa bunu, “Muhbir ki, bir sitâre-i rahşân-ı Şark idi / Etti firâz-ı mıntıka-i Garb’da tulû” beytiyle güzel tasvîr etmiştir.
Ali Suâvi’nin, Londra’da birtakım aykırı davranışları ve yazıları sebebiyle bir müddet sonra diğer Yeni Osmanlılar’la arası açılmış, finans kaynakları olan Mustafa Fâzıl Paşa’nın da İstanbul’a dönmesiyle Muhbir’in 50. sayısını basarak yayınına son vermiş, Paris’e geçip, Cemiyet’le ilişkisiz, fikrî ve ilmî yönü ön plâna çıkan Ulûm gazetesini çıkarmaya başlamıştır. 1870-71 Fransız – Alman savaşının çıkması üzerine Lyon’a giderek Muvakkaten Ulûm Müşterilerine adıyla neşriyâtını sürdüren Ali Suâvi, eski dâvâ arkadaşlarına da mütemâdiyen çatmaktan ve birtakım tezvîratta bulunmaktan geri kalmamıştır.
Sultan (II.) Abdülhamid’in tahta çıktığında îlân ettiği afla yurda dönen ve 1877’de Mekteb-i Sultânî müdürlüğüne getirilen Suâvi, okulda geniş çaplı bir ıslahâta girişip Maarif Nâzırı’nı dinlemeden başına buyruk hareket ettiği ve İngiliz karısıyla okulda yatıp kalktığı için memûriyetten azledilmiş, evvelâ kendisine teveccüh eden Sultân’ın da gözünden düşmüştür. Daha sonra Üsküdar Cemiyeti adlı amacı belirsiz bir dernek kuran cevvâl Suâvi, 20 Mayıs 1878’de birkaç yüz Rumelili muhâcir ile Çırağan Sarayı’nı basmaya teşebbüs etmiş ve (V.) Murad’ı tahta çıkarmak üzere mahbesinden kurtarmaya çalışırken Beşiktaş Karakol âmiri Binbaşı (Yedi Sekiz) Hasan Ağa’dan yediği odun darbesiyle ölmüştür. Onu pek çok konuda eleştiren; fakat ölümündeki samîmi adanmışlık dolayısıyla şehîd olarak yücelten Mithat Cemal Kuntay, kadir bilmeyen cemiyetlerin büyükleri gibi mezarsız olduğunu, Cerîde-i Havâdis’ten alıntıladığı bir haberi aktararak fesâhatla anlatır.
Suâvi, Gazalî’nin İhyâ-yı ulûmü’d-din’inden ideal şehri anlatan bir bölüm çevirerek Hukûk-ı Şevârî adıyla yayımlamış, Kâmusû’l-ulûm ve’l-ma’ârif adlı yarım kalmış bir ansiklopedi hazırlamış, Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in Sefâretnâme’si ile Kâtip Çelebi’nin Takvîmü’t-Tevârih’ini, bir de Platon’a nisbet edilen ve İbn Miskeveyh tarafından Arapça’ya çevrildiği söylenen Tercüme-i Lugaz-ı Kâbis-i Eflâtun adlı apokrif eseri notlandırarak yayınlamıştır. Çeşitli konularda risâleleri ve kaynaklarda bahsi geçtiği hâlde kayıp olan çokça eseri vardır.
Ali Suâvi, pek çok konuda ve dağınık olarak fikirlerini serdetmiş, âhenkli bir dünyâ görüşüne sâhip olmasa da orijinalitesi inkâr edilemeyecek nev’i şahsına münhasır bir tiptir. Avrupa’da iken Le Play’in görüşlerinden etkilendiği söylenir ki Le Play’i liberal görüşlerinin esâsına koyan Prens Sabahaddin’den önce ondan bahseden ilk isim de Suâvi’dir. Diğer hürriyetçi aydınlardan çoğunun aksine memur veya toprak sâhibi bir âileden değil, basit bir köylü âilesinden gelen Suâvi’nin hırçınlığı, azmi ve çok yönlülüğünün aradaki farkı kapatmak ihtiyâcından kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinmez; fakat bâzı başka konularda da bir ilk parıltı olmayı başarmıştır. Meselâ Ulûm gazetesindeki “Türk” yazısında Avrupa’da kavimlerin kaabiliyetlerine hükmetmek için mensup oldukları şûbelere bakmak alışkanlığı ve bir ırk meselesi olduğunu söyleyip “Bu ehl-i nazardan bâzı meşâhîr, Türkleri mesâî-i zihniyeden âri, yalnız bir kaba kahraman gibi mütâlaa ediyorlar. Bu mütâlaanın yanlış olduğunu göstermek isterim” diye ekleyerek Türklerin ilim, fen, felsefe ve edebiyâta katkılarına ilişkin açıklamalar yapıp salt asker bir millet olduğumuz yönündeki iddiâları reddetmiş, ayrıca ortaya koyduğu Türk târihi görüşüyle, M. Kaan Çalen’e göre hem muâsırlarının hem de II. Meşrûtiyet dönemi târih yazıcılığının ilerisinde yer almıştır. Bu yazısıyla Türkçülük târihinin bir sîmâsı gibi parlasa da “Şark’da cinslik davasına bedel tevhid davası vardır (…) Müslümanlık hâkimdir” sözleriyle İttihâd-ı İslâm’ı savunduğu, İslâmcı olarak anılması gerektiği de ifâde edilmiştir. Yine de Tanpınar, “milli tarih bakımından bir yol açıcı” olduğunu belirterek “Türkçülük hareketinin hiç olmazsa bir tarafı onundur.” der.
Zaman zaman dinin özgün kaynaklarına dönülmesini isteyen “pürist” veya bir tâbirle modernist görüşleriyle, zaman zaman Allah’ı siyâsî hâkimiyetin kaynağı olarak gören, zaman zamansa lâik ve meşverete dayalı bir anlayışla sivrilmesi, yâni Tanpınar’ın dediği gibi, “hayatındaki macera çeşnisinin fikirlerinde de hâkim olması”, gerçekten de hep tanındığı gibi dengesiz ve insicâmsız olduğunu mu gösterir yoksa ihtilâf gibi gördüğümüz mevzûları terkip edebilen özgün bir kafası olduğunu mu? Bu, zannederiz bugünümüz için de aydınlatıcı bir sorudur. Acaba kendi ifâdesiyle, “Sekiz yüz sene sonra Gazali arandığı gibi bir gün gelir, Suavî dahi aranır” mı?