“Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? (Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.” (Ra’d, 13/19-20)
Bu ayetlerde iki farklı insan tipi ile karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisi, Allah’ın indirdiği hakikatlerin farkında olan ve O’nun indirdiği her şeyin “Gerçek” olduğunu bilen, diğeri de bu gerçekleri görmemek için gözünü ve gönlünü kapatan ve böylece Hakk’a karşı duyarsız kalan kişidir. Rabbimizden bizlere Rahmet olarak indirilen Kur’an’ın “Hakk” olduğunu anlamamak, bilmemek “kör” olmakla eşdeğer tutul-muştur. Fakat bu, gözün değil; idrakin, kavrayışın veya anlamanın kaynağı olan kalbin körlüğüdür. Fiziksel olarak a’mâ olan birisi nasıl ki yolda yürürken her an bir çukura düşebilme, bir engele takılabilme tehlikesiyle karşı karşıya ise, Kur’an’a karşı duyarsız yaşayanlar da hem bu dünyada hem de ahirette büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bizler Kur’an’ın Hak kitap olduğunu benimsediğimize göre bu gruba gir-miyoruz. Ancak 20. ayet, Kur’an’ın Allah’tan indirilen Hak bir kitap olduğu inancını taşıyanları tanımlarken bizlere çok önemli olan dinî-ahlakî bir sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Bu da Allah’a verdiğimiz sözün gereğini yapıp, O’nunla yapmış olduğumuz bağlılık sözleşmesini bozmamaktır. Rabbimizin, Âdemoğullarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık onların “evet, biz buna şahit olduk (kâlû-belâ)” şeklinde cevap verdiği bu sözleşme (mîsak) (A’râf, 7/172), aslında Allah’ın var-lığı ve O’nun ilâhlığı fikrinin yaratılıştan vicdanlarımıza yerleştirildiğini sembolik olarak anlatmaktadır. Yani bizler doğduğumuzda Allah’ın varlığı fikrini kabul etmeye son derece müsait bir ruh yapısına sahip olmuş oluyoruz. Sahip olduğumuz akıl nedeniyle de içimizdeki bu inanç sorumluluğa dönüşüyor. İşte Ahid doğamızda mevcut olan bu inancımızdan kaynaklanan birtakım görev ve sorumluluklarımızı ifade etmektedir. Bunları kısaca Allah’ın tavsiyeleri, emirleri ve yasakları olarak izah edebiliriz. Esasen var oluşumuzun temelinde mîsak ve ahid kavramları yatmaktadır. Zira her peygamber aslında Allah’ın insanoğluyla kâlû-belâ’da yaptığı sözleşmeyi ve Allah’ın ahdini yani emir ve yasaklarını yeniden hatırlatmaktadır.
Şu halde Kur’an’ın Allah’ın bir rahmeti olarak indirildiğinin bilincinde olan biz-ler son derece önemli bir yükümlülükle karşı karşıyayız. O da Allah’ın ahdinin ge-reği ne ise onu yapmaktır. Diğer bir ifade ile emirlerini, tavsiyelerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak. Bu bizzat kendimizin verdiği bir sözdür. Aksi halde var oluşumuzun gerekçesine ihanet etmiş oluruz. Ahde vefa dendiği zaman önce-likle Allah’a verdiğimiz söz akla gelmelidir. Çünkü Allah’ın ahdine vefa olmadıkça insanlara verdiğimiz sözlere vefadan bahsedemeyiz. Kaldı ki insanlarla yaptığımız sözleşmelerin gereğini yapmamızı emreden yine Allah’tır (Mâide, 5/1). Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak toplumumuza ve çevremize karşı olan sorumlulukları-mız Allah’a karşı sorumluluklarımızdan bağımsız değildir.
Yüce Rabbimiz, ahdini yerine getirdiğimiz takdirde O da bize verdiği (cennet) ahdini yerine getireceğini söylemektedir (Bakara, 2/40). Aksi halde bozgunculardan sayılacağımızı (Bakara 2/27) ve ahirette de hiçbir nasibimizin olmayacağını bildirmek-tedir (Âl-i İmrân, 3/77). Bu duruma düşmememiz için Rabbimizle yaptığımız bir söz-leşmenin tarafı olduğumuzu unutmamalı, bu bilinçle üstlendiğimiz dinî-ahlakî yü-kümlülüklerimizin farkında olmalıyız. Netice olarak Allah’ın ahdinin, O’na kulluk dâhil, hayatımızın her tarafını kuşatan çok geniş bir sorumluluk alanı doğurduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.