Arizona’dan Alaska’ya baştan sona Amerika Gezi Rehberi!
Ağustos 2017’de İstanbul, Frankfurt, Chicago üzerinden 18 saat süren bir uçak yolculuğundan sonra Arizona havaalanına vardım. Arizona’dan başlayarak, Kaliforniya, Washington ve Alaska’da saha araştırmaları yaptım.1 Araştırmalarım hakkında önceden iki makale yazmıştım. Yolculuklar bazen yorucu olsa da amaçlar, yorgunluğun fark edilmesini önemli oranda engelliyor. Bu nedenle olacak ki, yorgunluğumu pek fark etmedim. Hatta Arizona havaalanından çıkıp sağa sola bakarken havaalanının duvarlarında gördüğüm bazı damgalar neşelendirdi beni.
Batı Amerika’da saha araştırması yapmamın asıl amacı, Doğu Türkistan’ın Turfan şehrinde bulunan, tarihin ilk bilinen pantolonundaki2 damganın aynısının Arizona’nın Tucson şehrindeki Tumamoc Hill, denilen kaya resimlerinin olduğu yerde de olması idi. Ve bunlar Navajo yerlilerinin tarihi kilimlerinde kullanılan damgalardı.
Bu amaçla Arizona’nın Meksika sınırına yaklaşık yüz kilometre olan Tucson şehrinden başlayarak, Alaska’nın Fairbanks şehrini görüp, Anchorage üzerinden Rusya’nın yarım adası olan Kamçatski’ye ulaşmayı oradan da Yakuts’a gitmeyi hedefleyen bir plan yaptım. Ancak Rusya ile Türkiye arasında yaşanılan sorun nedeniyle, yeşil pasaportlara da vize zorunluluğu getirildiği dikkatimden kaçmıştı. Yani Rusya vizem olmadığı için, araştırmalarımı tamamladıktan sonra gittiğim Anchorage havaalanında yapılan kontrolde geri çevrildim. Böylece önemli bir paraya aldığım bilet yanmış oldu. Bu nedenle Anchorage, Los Angeles, Stokholm üzerinden İstanbul’a dönüş yaptım.
Saha araştırmalarında “vakit ve nakit” çok önemlidir. Zamanı ve parayı iyi kullanmak zorundaydım. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sivil kuruluşlar ile oradaki üniversitelerde görev yapan bazı hocalara sosyal medya üzerinden ve özelden mesaj yazdım. Ancak uzun süre kimseden cevap gelmedi. Fakat seyahat tarihine yirmi gün gibi bir zaman kalınca ABD’de her yerde şubesi olan bir dernekten sosyal medya üzerinden bir mesaj geldi. Mesajda özetle şöyle deniliyordu. “Bize çok başvuru olduğu için ne yazık ki size yardımcı olamıyoruz”. Hemen şöyle cevap verdim. “Ben sizden para, yatacak yer ve yemek istemiyorum. Sadece yazdığım güzergâhta otobüs veya trenle yolculuk yapıp yapamayacağımı soruyorum.” Verilen cevap çok tuhafıma gitti.
Çünkü karşıdaki şahıs “o konuda bilgimiz yok” diyordu. Eğer bir insan özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Türkler ile ilgili bir dernek yetkilisi, yaşadığı yerin ulaşım imkânları bilmiyorsa, orada yaşayan insanlara diğer konularda nasıl yardımcı olabilir?
Sıkıntılı bir arayıştan sonra, nihayet Arizona’nın başkenti Phoenix’de yaşayan, Sayın hekim Dr. Birsen Dodanlı ve Sayın Yasin Gündoğan’dan gerekli bilgileri aldım. Hatta bana, Phoenix’de rehberlik yapacaklarını da söylediler. Bu arada başka bir eyalette yaşıyor olsa da, Sayın Ahmet Karahan’ın mesajı psikolojik destek anlamında önemliydi. Bu heyecan ve sıkıntıdan sonra Ağustos ayının ilk haftasında İstanbul’dan yola çıkıp, Phoenix havaalanından dışarı çıktığımda Şanlıurfa sıcağı gibi bir sıcak hava ile karşılaştım. O şaşkınlık arasında ilk fotoğrafı da havaalanında çektim.
Pantolondaki Damganın İzinde
Arizona tıpkı Adana gibi, neredeyse kışı pek olmayan, fakat yaz aylarında çok yağış alan bir eyalet. Tucson’dan Navajo yerlilerinin yaşadığı Tuba City şehrine kara yolu ile gittim. Bu iki şehir arası yaklaşık 540 km. civarında olup, yol boyunca büyük dağlık alanla hiç karşılaşmadım.
Amerika yerlileri neredeyse kendi dillerini unutmuş. Ana dilleri İspanyolca ve İngilizce olmuş. Fakat buna rağmen bazı kültürel göstergeler çok canlı olarak yaşıyor. Bunları en belirgin olarak tekstil ürünlerinde görebiliyoruz.
Bu saha araştırmasında temel amacım, Turfan’da bulunan ve bilinen ilk pantolondaki damganın aynısının olduğu Tumamoc Hill kaya resimlerindeki damgayı3 çekmek olsa da, ne yazık ki o kaya resminin fotoğrafını çekemedim. Çünkü Tucson şehrine varmadan bir gün önce, yağan aşırı yağmurun neden olduğu sel ve gö-
Alman arkeolog Wagner’in Doğu Türkistan’ın Turfan şehrinde göçükler nedeniyle pantolondaki damganın olduğu alana gidemedim. Çok üzüldüm. Ancak, bu sorun saha araştırmalarında en çok karşılaşılan sorunlardan biri olduğu için alışkındım. Ama, bir sonraki sefere söz aldığım için de çok mutluydum.
Tumamoc Hill, denilen kaya resimlerinin olduğu ve selden fazla etkilenmeyen başka bir alana antropolog Paul Fish ve bana rehberlik eden Yasin Gündoğan bey ile gittik. Sayın Fish, bölgede kazı yapan ekipte bulunmuş, yıllardan beri konu hakkında araştırmalar yapan ve araştırmalara katılan biriydi. Pantolonun olduğu kaya resmini göremesem de verdiği bilgiler çok önemliydi.
Sayın Fish’in anlattıklarına göre Hohokamlar tarımcılıkla geçinen bir halk olup, çok eski zamanlarda sulu tarım yapmışlar ve bilinmeyen bir nedenle buraları terk etmişler. Ve Kuzey Meksika ile Tucson arasındaki alanda dağınık olarak yaşamaya başlamışlar. “Tumamoc Hill” dini anlamları var.
Fish’in anlattığına göre Tucson yerlileri, Amerika’nın diğer yerlilerinin aksine alkolden uzak duran ve çok az alkol alan bir halk. Buna rağmen, tarihi hasat törenlerinde kaktüsten yaptıkları alkolü, törene katılanlar ibadet niyetine içer.
Sayın Fish ilerlemiş yaşına rağmen son derece zinde ve yardım sever bir akademisyen. Arizona veya başka eyaletlerde yaşayan, çok sayıda Türk vatandaşı akademisyenden olumsuz bile olsa cevap alamazken, Fish, Amerika Birleşik Devletleri’nin İstanbul Konsolosluğu’na vize alabilmem için davet yazısı bile yazdı. Bununla da kalmadı, kaya resimlerinin olduğu tepeye bir yerden sonra çıkmak yasak olduğu halde, bölgede önceden görev yaptığı için bana özel olarak yolu açıp, en tepeye kadar çıkmamı sağladı. Tepeye tırmanma yaklaşık 30 dakika sürdü. Fakat hiç zaman bizim önümüzde yürümekten geri kalmadı.
İyi ki zirveye kadar çıkmışım. Çünkü oradan gözün alabildiğine kadar geniş bir alanı görme ve Fish’in Hohokamlar hakkında anlattıklarını daha iyi anlama imkânım oldu. Yani anlattıkları coğrafyayı görünce kafamda daha iyi oturdu.
“Tumamoc Hill” tepesinden inince, Fish, Yasin Gündoğan ve ben ayaküstü kısa bir sohbete yaptık. Bu sohbette Fish birazdan üniversitede dersinin olduğunu o nedenle bizden ayrılacağını, bir dahaki sefere pantolondaki damganın olduğu, kaya resimleri alanına götüreceği sözünü verdi. Bunun için en iyi mevsimin de Şubat ve Mart ayı olduğunu söyledi.
Ben de ona teşekkür ederek “Tarihin Sessiz Dili Damgalar” kitabımı taktim ettim. Kitap aldığında bu kadar mutlu olan insanı ilk defa görüyordum. Sanki gözlerinde sevdiği oyuncağa kavuşmuş bir çocuğunun mutluluğu vardı. İmkanım olsa o anın fotoğrafını çekmek isterdim. Kitabı eline alınca ilk sayfasını açtı ve imza atıp atmadığıma baktı. İmzayı görünce mutluluğu adeta ikiye katlanmıştı. Böylece, ben de kitap hediye etmenin ve kitap imzalamanın mutluluğunu ilk defa, Sayın Fish sayesinde yaşamış oldum.
“Apache Burger”
Apache Junction şehrinde Apache yerlileri yaşıyor. Burada yaşayanlar diğer bölgelere göre ekonomik olarak daha fakirler. Yolda gördüğümüz bir köprüdeki damgalar dikkat çekici olsa da müzede kayda değer önemli bir şey bulamadım. Fakat pazarda yiyecekler yapıp satan bir bayanla tanışma imkânım oldu. Bayan pazarda çok meşhur olacak ki, insanlar yiyecek almak için kuyruğa giriyor. Yarım saat kadar pazarda gezdim ve bu bayandan yiyecek almak isteyenlerin mutlaka kuyruğa girmesinin zorunlu olduğunu gördüm. Bu nedenle kuyruğa girerek yiyecek almak zorunda kaldım. Oysa Türkiye’de yemek için kuyruğa girmem.
Bayanın yiyecek listesine bakınca “Apache Burger”i gördüm. Bu nedir diye soruduğumda ilginç bir cevapla karşılaştım. Fotoğrafta gördüğünüz ağaç ve onun üzerinde oluşan mercimek büyüklüğünde, dışı siyah, içi beyaz, besin değeri çok yüksek olduğu söylenen tohumlar buğday gibi öğütülerek un yapılırmış. “Apache” halkı da önceleri bu undan ekmek yaparmış. Fakat buğdayın yaygınlaşması ve bu tohumların toplanmasının zorluğundan dolayı Apache halkı o unu unutmuş. Konuştuğumuz bayan ise bir farklılık yaratmak için atalarının yaptığı gibi, bu ağaçtan un elde ediyor tamamen olmasa bile yaptığı “burger”i o una bandırarak bir karışım yapıyor. Böylece hem atalarının geleneği sürdürüyor, hem de bir marka yaratmış oluyor.
Phoenix caddelerinde ve müzelerinde gördüğüm damgalar benim için çok önemliydi. Bununla beraber müzeler adeta bir kültür merkezi gibi. Mesela insanlar dinlenirken bir şeyler yiyip içeceği alanlar, hediyelik eşya ve kitap satış yerleri önemli alanların başında geliyor. Yerli halkın müze gezisine ilgisi beni çok şaşırtmıştı. Çünkü sabah erken saatlerde gitmiş olsam bile müzede uzun kuyruklar vardı.
Yasin Gündoğan’ın Carefree şehrindeki iş yerinde sohbet ederken bir ara konu Amerika yerlilerindeki “bozkurt” anlayışına ve turistik eşya olarak “bozkurt” satışları gündeme geldi. Bu tarz satışların yapıldığı bir mağaza görmek istediğimi söyledim. Turistik eşya satan mağazaya vardığımızda mağaza sahibinin Mardin Süryanileri’nden olduğunu, uzun süre İstanbul’da terzilik yaptıktan sonra, papaz abisinin davetiyle buraya geldiğini öğrendim. Mağazada Amerika yerlilerine ait her türlü turistik eşya vardı. Fakat benim gözümde ve kafamda bozkurtlar vardı. Ağaçtan yapılmış bir bozkurt ile üzerinde bozkurt kısmı altın diğer kısımları gümüş olan yüzük dikkatimi çekti. Ağaç bozkurttun fiyatı çok abartılı değildi. Fakat yüzük için istenen 260 dolar benim için çok fazlaydı. Ağaç olanı aldım. Ancak yüzüğü 160 dolara verirse almaya kararlıydım. Ama teklif etmedim. Yasin Gündoğan ile iş yerine geldik. Konuyu açtım ve Yasin Bey’in Kayserili, ortağının turistik eşya satan beyefendiyi tanıdığını öğrendim. Teklifimi ona söyledim, oda da mağaza sahibine iletip olumlu cevap gelince, ertesi gün yüzüğü aldım. Yüzük ile mağazadaki diğer bozkurtları “Hopi” yerlilerinin yaptığını ve onlar tarafından kutsal sayıldığını öğrendim.
Carefree, turistlere ve alım gücü yüksek insanlara, tarihi ve otantik eşyaların satıldığı çok sayıda mağazanın olduğu bir yer. Bu nedenle benim için önemli bir şehir. Ama, hava çok sıcak olduğundan, neredeyse mağazaların yarısı kapalıydı. Buna rağmen bazı önemli damgaların olduğu fotoğraflar çekebildim.
Navajo’nun Kilimleri
Tuba City, Navajo yerlilerinin özel yerleşim yerlerinden biri. Buraya gitmek için yola çıkmadan önce, ABD vizesi olsa bile yerli halkın, yetkilileri istedikleri takdirde, yabancıları bölgelerine almama haklarının olduğunu öğrendim. Ancak bir sorun olursa sosyal medya üzerinden tanıştığım, Navajo kilimleri yapan ve öğreten Sayın Florence Riggs hanımın yardımcı olabileceğini düşünüyordum. Çok şükür bölgeye girişte bir sıkıntı olmadı.
Tuna City’ye giderken yolumuz üzerinde olan Flagstaff şehrindeki müzeyi de görme imkânım oldu.
Müze ve etrafında bulunan yapılardaki kapı anahtarları ile çivilerin şekilleri dikkate değer örneklerdi. Çünkü aynılarını bir yıl önce araştırma
yaptığım Arapgir ile Kemaliye’de görmüştüm.
Bunlardan başka müzedeki dokumalar üzerindeki damgalar benim için hiç de yabancı değildi.
Tuba City’ye öğleden sonra varıp, Riggs ile görüşmemiz mümkün oldu. Bu görüşme benim için çok önemliydi. Çünkü teknolojinin fazla hâkim olmadığı bir yerleşim yerinde, geleneksel usulle kilim dokuyan bir Navajo insanı ile görüşecektim. Belli ki o da hazırlıklı gelmişti. Elinde Navajo yerlilerinin tarihi kilimlerinin (Kitaptaki kilimler genelde 1910 ile 1930 yılları arasında yapılmış) olduğu bir kitap vardı.
Riggs’e “kilim yapmayı nasıl öğrendiniz?
Amerika yerlilerinin dokuduğu kilimlerdeki şekiller, Moğolistan, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan’da kullanılan şekiller ile neden aynı ya da benzer” diye sorduğumda: “Kilim dokumayı anneannem ile annemden öğrendim. Tarihçi değilim, ancak biz Amerika’nın yerli halkıyız. Yani 1492’de K. Kolomb gelmeden biz buradaydık. Buraya Asya’dan, yani saydığınız yerlerden geldik” diye cevap verdi.
Los Angeles’taki Bozkurt
Arizona’da işimi bitirip Phoenix havaalanından Los Angeles’a uçtum. Dünyada saygınlığı olan sitenin sayfasını kullanarak internet vasıtasıyla bir otelde yer ayırttığım için Los Angeles havaalanından doğruca otele gittim. Ancak bana, yer olmadığını söylediler. Ne yapsam fayda etmedi. Bunun üzerine internetten başka bir otel bularak oraya gittim. Ancak otel yolculuğu bana 200 dolara mal oldu.
Buradaki müzelerde çok otantik belgeler görmesem de, kafamdaki sorular çözüldüğü ve oraya neden gitmedim demeyeceğim için mutluydum. Burada bir müzenin çıkışında bize göre çok ilginç onlara göre çok normal olan bir olaya şahit oldum. Müze bir bakıma şehrin dışında bir kültür alanının içinde olup karşısında da başka bir binavar. Yani iki binadan başka yakında bina yok genelde. Bu iki bina arası 200 metre civarında olup, tam ortalarından bir yol geçiyor. Bu yol üzerinde iki binaya geçiş için beyaz çizgilerle belirlenmiş bir yaya geçiş yeri var. Tam buraya arabalar için yavaşla işareti konmuş. Etraf açık olduğu halde, şoförler buraya geldiklerinde, arabalarını durduruyorlar, sağa ve sola bakarak geçiş yapıyorlar. Bu benim için hayli sıkıcı bir durum olsa da, onlar için çok normaldi. Şehre gitmek için yarım saat taksi bekledim ve o süre boyunca arabaları takip ettim, bir tanesi bile kuralı çiğnemedi.
Bu durumun daha ilgincini Alaska’da yaşadım. Burada yiyecek bir şeyler almak için büyük bir AVM satış merkezine gittim. Çıkarken sigara almak istediğimde, satış görevlisi kimlik istedi. “18 yaşından büyük olduğum belli değil mi” diye sorduğumda, kural böyle dedi. Evet, Kurallar çok sıkıcı olsa da uyulması gerektiği için zorunlu olarak pasaportumu çıkarıp, satış görevlisine gösterdim.
Los Angeles sonra Santa Rosa şehrine gitmem gerekiyordu. Ancak buradan doğrudan uçak bulamadığım için Los Angeles havaalanından San Francisco uçmak zorunda kaldım. Havaalanından Santa Rosa’ya yakın bir yerleşim yerine servis otobüsü ile gitmek zorunda kaldım. Buralarda toplu ulaşım araçları çok az olmasının ötesinde o araçlara nereden bineceğimi bilmediğim gibi indiğim yerden sonra Santa Rosa’da kalacağım otele tahmini 20 km yolum kalıyordu. Bu kaygı ile düşünürken yanımdaki bir bayana Santa Rosa şehrine nasıl gideceğimi sordum. Bayan, “Ben de oraya gideceğim. İndiğimiz yerde kızım beni alacak, beraber gideriz” dedi. Kendime “insan her yerde insan” demekten kendimi alamadım. Kısa süre otobüs yolculuğu yaptığım benim yaşlarımdaki bir bayan, beni otele kadar götürdü ve herhangi bir sorun olursa arayabilmem için de cep telefonunu verdi. Bayanın bu davranışı karşısında mahcup oldum. Çünkü benim ona verecek bir şeyim yoktu. Sadece adresimi ve Türkiye telefonumu vererek İstanbul’a gelirse misafir etmekten mutlu olacağımı söyleyebildim.
Santa Rosa’da şehir küçük olmasına rağmen yatay yapılandığı için şehrin coğrafi konumu hayli büyük. Evler genelde bir ve iki katlı ve küçük bahçeler içinde. Bu mimari tarzına uymayan evler olsa da yok denecek kadar az.
Buradaki yerlilere ait bir müzede konferans ve sergi salonu olarak kullanılan odanın giriş kapısında “kır kurdu” olarak tanımlanın bozkurt başının niçin konduğunu sorduğumda; “Neden konduğunu ben de bilmiyorum. Fakat bizim burada bize ait bir sergi veya konferans açıldığında kapısına bu asılır.”
Santa Rosa’dan sonra Seattle şehrine uçtum. Los Angeles’de olduğu gibi burada da bir hayli Çin kökenli insan yaşıyor. Kaldığım otelin sahibi ve çalışanları Çin kökenliydi.
Asya hakkındaki bir müzede koç, koyun başlı mezar taşlarının kopyası (replikası) vardı. Ayrıca bu müzede Timur zamanından kalma, bir ağaç oymasının yanında, bazı İslami döneme ait eserlerde var.
Alaska’da tarihi bir kilisenin duvarındaki Alaska yerlilerinin kaya resimlerinde Anchorage şehrindeki tarih müzesinde damgalar. Bu damgalar özellikle Urallarda kullandığı damgalardan biri bir su deposuna yapılmış resim ve damgalar yaşayan Türkler tarafından çok kullanılıyor Fairbanks Müzesinde Seattle şehrinde gezerken, sahipleri Kahramanmaraşlı olan bölgenin en büyük halı satış mağazasını buldum. Burada reklamcılığın, eser yazmanın ve satışını yaptığın ürünler hakkında bilgi sahibi olmanın önemine bir daha şahit oldum. Çünkü mağazada Kafkasya kökenli Türk halılarının, Rus halısı olarak satıldığına bizzat şahit oldum. Oysa Ruslar bile o halılara Rus halısı demiyorlar. Alaska’da bir günde yağmura, güneşe ve soğuk havaya şahit olmak mümkün. Fairbanks şehrine Bulgaristan’dan okumak için gelip de, evlenip burada kalan ve Türk usulü köfte, döner, salatalık gibi yiyecekler satan, birazda Türkçe bilen biriyle tanıştım. Bu işyerinden ayrılıp, diğer iş yerlerini gezerken bozkurttan yapılmış altın kolyeler, mermerden yapılmış bozkurtlar, Amerika yerlilerinin kullandığı tarihi bazı eşyaları görme imkânım oldu.
Ertesi gün şehri gezerken, yine ansızın yağmur başladı. Yağmurluğumu giyip şehri gezmeye devam ettim. Gezerken Alaska Kültür Araştırmaları adıyla bir resmi kuruma rastladım. İçeri girerek görevli memura müzeye nasıl gidebileceğimi sordum. Bunun üzerine, yaşı hayli ilerlemiş görevli, karşısındaki sandalyeye oturmama işaret ederek, telefonla bir görüşme yaptı. Bir müddet sonra kendi gibi yaşlı olan bir bey geldi ve ona beni müzeye götürmesini söyledi. Ben mahcubiyet içinde teşekkür ederken, gelen kişinin beyi olduğunu öğrendim. Müzeyi Alaska’da yaşayan Amerika yerlilerinin eşyaları süslüyordu. Ancak bazı eşyaların asılları olmadığı için fotoğrafları vardı. Dışarda da çeşitli turistik eşyalar satılıyordu. Müzede canlı olarak, turistler için geleneksel dini oyunlar sergileniyordu.
Fairbanks tarih müzesinin bahçesinde ise, Alaska yerlilerinin kullandığı kaya resimlerindeki bazı damgaların replikesi (kopyası) ile yaşadıkları tarihi evlerden bazı örnekler yapılarak halkın hizmetine sunulmuş.
Buradaki bir tarihi haritadan bazı bilgileri dikkatinize sunuyorum:
Alaska’daki Yer Adları: Koyukon, Yukon, Kaltag, Koyukuk, Nulato, Tanana, Allakaket, Akiackhak, Tuluksak, Akiak, Atmauthluak, Alakanuk, Tuntuliak, Kasigluk, Akiachak, Toksook, Kongiganek.
Alaska’daki Oymak, Kabile Adları: Alaska’da yaşayan halklardan birbiriyle akraba olan üç halk dikkatimi çekti. Bunlar: Athabaskan, Eyak ve Tlingit. Diğer ikisine göre nüfusça daha daha büyük olan Athabaskan halkının bazı alt grupları ise şunlar: Koyukon, Tanana, Kutchin, Han, Tanaina.
Fairbanks şehrindeki işim bitince ABD gezi planımda son durak olan, yani Anchorage şehrine gittim.
Hava alanından, kalacağım otele gitmek için dışarı çıkıp sıradaki taksiye bindim. Biraz sonra taksici nereden geldiğimi ve milliyetimi sordu. Türkiye’den geldiğimi ve Türk olduğumu söylediğimde çok mutlu oldu. “Ben de buraya Kore’den (Güney Koreliler, kesinle Güney Kore adını kullanmazlar. Çünkü onların ideali hep birleşik Kore’dir.) geldim, burada yaşıyorum. Biz kardeş milletiz” dedi. Otele geldiğimde, arabadan inip bana sarılarak vedalaştı.
İnsan bazen hayal edemediği şeylerle karşılaşabiliyor ve tarihin izlerini yakalıyor. İşte benim Alaslerini anlatan görsel belgelerin yanında video kayıtları da var. Uzun bir göç hikâyesini genel hatlarıyla burada öğrenmek mümkün.
Arizona ve diğer araştırma alanlarında gördüğüm Türk damgalarını Alaska’da da görmek beni hiç şaşırtmadı. Fakat yazılı belgelerde okuduklarımı, gözlerimle görmenin verdiği mutluluk, çektiğim bütün sıkıntıları unutturdu. Hatta buradan Rusya’ya geçişim engellenmiş (Aslında görevliler görevlerini yaptı. Rusya vizesi almayarak hata yapan benim.) olsa da, Alaska’yı görmekten son derece mutlu oldum.
Alaska hakkında yazılan bir kitapta da yaklaşık 13.000 yıl önce Alaska’nın Rusya ile bitişik olduğu belirtilmektedir.4 Konu hakkında yapılan benzer çalışmalarda da aynı görüşler ifade edilmektedir. Hatta “National Geographic Genography” tarafından desteklenen, göç ve DNA hakkında genetikçi Dr. Spencer Wells tarafında yapılan geniş kapsamlı bir belgeselde Amerika yerlileri ile bugünkü Kazakistan coğrafyasında yaşayan Kazak Türkleri arasında genetik bağ kurularak, Amerika yerlilerinin Asya’dan Amerika’ya geldiği belirtilmiştir.
Paris Üniversitesi öğretim üyelerinden Fohlen tarafından yapılan bir çalışmada ise “Kızılderililer’in Asya kökenli oldukları, günümüzde artık şüpheye yer bırakmıyor. Sibirya ile Alaska arasındaki geçiş yolu göreceli bir biçimde kolay, çünkü her iki anakarayı sadece 60 km.’lik bir uzaklık ayırıyor ve aralarındaki adalar da bağlantı sağlıyor… Kızılderililerin Asya halklarıyla akrabalıkları kesin; Çinliler, Japonlar ya da Moğollar’la değil, ama onlardan önceki biraz belirsiz ve Sibirya ile Hintli ellerinin doğusuna yerleşmiş Mogoloid’lerle… Doğu Asya halkları ile bedensel akrabalıkları, çok daha belirgin…”6 ifadeleri kullanılmıştır.
Amerikan Indiana Üniversitesi antropologlarından Wissler’in yaptığı bir araştırmada “eldeki bilgiler ışığında hayal gücümüzü yönlendirirsek birkaç maceraperest yerlinin Sibirya’dan geçerek bol av buldukları Alaska’ya geldiklerini görebiliyoruz. Bunların bir bölümü şimdiki men Türklerdeki damgaları ve damga kültürünü onlarda göremiyoruz. Oysa Wagner başkanlığında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün Doğu Türkistan’ın Turfan şehrinde yaptığı kazılarda bulunan ve Haziran 2014’de basına tanıtılan, tarihi M. Ö. 1500-1300 olarak belirlenen dünyanın bilinen ilk pantolonundaki damganın aynısının, ondan haberdar olmayan insanlar tarafından Türk
kültür coğrafyasında yapıldığını biliyoruz.
Buradaki Hohokamların kaya resimlerinde pantolondaki damgayı veya Amerika yerlilerinin geleneksel usulle yaptıkları etnografya eserlerinde Türklerin kullandığını damgaları görmek nasıl izah edilebilir? Ne yazık ki bu soruya bilinen kültür teorilerin vereceği bir cevap yok. Bu nedenle kavramlaştırdığım “kültürel DNA teorisi”ni9 kullanıyor ve öneriyorum.
Bu gezi rehberi ve anlatı akademisyen Mustafa Aksoy’un yaşanmışlıklarıdır.