Amerika’nın ilk ünlü resim okulu – Hudson River School- 1820’de kuruldu. Müzik ve edebiyat gibi, resmin gelişimi de, sanatçılar, Yeni Dünya’nın kendine özgü temalara sahip olduğunu fark edene kadar gecikmişti. Yerleşim alanları batıya doğru genişledikçe, sınır boyu manzaralarının sonsuzluğu ressamların ilgisini çekmeye başladı.
Hudson River ressamlarının görsel sadeliği, Winslow Homer (1836-1910) gibi kendilerinden sonra gelen sanatçıları da etkiledi. Homer, denizi, dağları ve bölgede oturan insanları resmetti. Orta sınıf şehirli yaşamı, ifadesini Thomas Eakins’de buldu (1844-1916). Eakins, uzlaşmaz bir gerçekçiydi. Resimlerindeki cesur çizgiler, asillerin tercih ettiği romantik duygusal tarzı gündemden düşürmüştü.
Çatışmak, bir süre sonra Amerikan sanatçılarının yaşam tarzı haline geldi. 1900 yılından bu yana Amerikan resim ve heykel tarihi, geleneklere baş kaldıran sanatçılarla doludur. Robert Henri (1865-1929) “Sanatsal değerlerin canı cehenneme” demişti. Başını çektiği gruptaki sanatçılar, şehir hayatının sefaletini çizdiği için eleştirmenlerin onlara “Kül Kovası” adını vermişti. Kısa süre sonra ‘Kül Kovası’ sanatçıları, yerlerini Avrupa’dan gelen modern sanatçılara – kübistler, soyut ressamlar- bıraktı. bu gruba fotoğraf sanatçısı Alfred Stieglitz (1864-1946) destek oldu ve New York City’de kendisine ait olan Gallery 291’de onlara yer verdi.
2. Dünya Savaşını izleyen yıllarda bir grup genç sanatçı, yabancıların etkisinden sıyrılmak için ilk yerli Amerikan hareketini başlattı: Soyut ekspresyonizm. Bu hareketin başını çekenler arasında Jackson Pollock (1912-1956), Willem de Kooning (1904-1997) ve Mark Rothko (1903-1970) bulunuyordu. Soyut ekspresyonistler, alışılmış kompozisyonları ve somut cisimleri çizmeyi bıraktılar. Onun yerine, boyanın tuval üzerindeki ifadesine ve renk hareketlerine yer verdiler.
Bir sonraki kuşak sanatçıları, farklı bir soyutlama yöntemi uyguladı. Karma Medya çalışmaları yaptılar. Bunlar arasında, Robert Rauschenberg (1925- ) ve Jasper Johns (1930- ) bulunuyordu. Kompozisyonlarında fotoğraf, gazete küpürleri ve çöpe atılmış objeleri kullanıyorlardı. Andy Warhol (1930-1987), Larry Rivers (1923- ) ve Roy Lichtenstein (1923- ) gibi pop sanatçıları, gündelik objeleri ve Amerikan kültürünün simgelerini – Coca Cola şişeleri, çorba konservesi kutuları, karikatürler- hiciv sanatını da kullanarak yeniden yarattılar.
Amerikan sanatçıları bugün, kendilerini belli bir sanat ekolü, stili ya da tek bir araçla (medyayla) sınırlamaktan kaçınmaktadırlar. Bir sahne gösterisi, elle yazılmış bir manifesto, Batı çöllerine çizilen büyük boyutlu bir resim ya da Vietnam’da ölen askerlerin isimlerinin kazındığı kasvetli mermer paneller de sanat eseri olabiliyordu. Amerikalılar, 20. yüzyıl dünya sanatına ‘mizah’ı kazandırmış ve her yeni yapıtın amacının, yüzyıllardır süregelen “sanatın tanımı” tartışmalarına katkıda bulunmak olduğunu göstermişlerdir.