Britanya karşısında çok büyük çarpışmalara sahne olmuş Amerikan Devrimi (1775-1783) sömürge gücüne karşı verilen ilk çağdaş kurtuluş savaşıydı. O zamanlar Amerikan bağımsızlığının zaferi bir çok kimse için Amerika’nın ve insanlarının ileride büyük bir ülke olacağının ilahi bir işaretiydi. Askeri zafer büyük ve yeni bir edebiyat için milliyetçi umutları körükledi. Yine de, olağanüstü politik yazılar dışında, Devrim sırasında veya sonrasında dikkat çeken çok az eser ortaya çıktı.
Amerikan kitapları İngiltere’de sert bir şekilde eleştiriliyordu. Amerikalılar İngiliz edebi modellerine olan aşırı bağlılıklarının üzülerek farkındaydılar. Yerli edebiyat arayışları ulusal bir tutkuya dönüştü. 1816’da bir Amerikan dergisinin editörünün yazdığı gibi: “Bağımlılık rezillikle yüklü bir düşüş durumudur, ve yabancı bir akla bizim üretebileceğimiz şeyler için bağımlı olmak, kayıtsızlık suçuna aptallığın zayıflığını da eklemektir.”
Kültürel devrimler, askeri devrimlerden farklı olarak başarılı bir biçimde zorla kabul ettirilemezler. Paylaşılmış deneyim toprağından yetişmelidirler. Devrimler toplumun kalbinin ifadesidir; yavaş yavaş yeni duyarlılıklardan ve deneyim zenginliğinden ortaya çıkarlar.
Amerika’nın kültürel bağımsızlığını kazanarak Amerikan yazarlarının Washington Irving, James Fenimore Cooper, Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Herman Melville, Nathaniel Hawthorne, Edgar Allan Poe, Walt Whitman, ve Emily Dickinson gibi ilk büyük kuşağını ortaya çıkarabilmesi için 50 yıllık bir tarih birikimi gerekecekti. Amerika’nın edebi özgürlüğü İngiltere ile süregelen bir özdeşleşme, İngiliz veya klasik edebiyat modellerinin aşırı taklidi, ve yayıncılığa engel olan zor ekonomik ve politik koşullar nedeniyle yavaşladı.
Devrimci yazarlar, samimi milliyetçiliklerine karşın, mecburiyetten ötürü sıkılgandılar ve Amerikan duyarlılıklarında hiçbir zaman köklerini bulamıyorlardı. Devrimci kuşağa ait sömürge yazarları İngiliz doğmuşlar, İngiliz vatandaşı olarak olgunlaşmışlar, ve İngiliz düşünce tarzını ve giyimde İngiliz modasını ve davranışlarını geliştirmişlerdi. Bütün dostları gibi, anne babaları ve dedeleri de İngiliz’di (ya da Avrupalı). Buna ek olarak, edebi modalar konusunda Amerikan bilinçliliği hala İngilizlerin gerisinde kalıyordu ve bu zaman farkı
Amerikan kopyacılığını daha arttırdı. İngilizlerin Joseph Addison, Richard Steele, Jonathan Swift, Alexander Pope, Oliver Goldsmith, ve Samuel Johnson gibi neoklasik yazarları İngiltere’deki ünlerinden elli yıl sonra, Amerika’da hala coşkuyla taklit ediliyordu.
Üstelik, yeni bir ulus yaratmanın güçlü zorlukları, yetenekli ve eğitimli insanları politika, hukuk ve diplomasi alanlarına çekiyordu. Bu uğraşlar şan, şeref, ve parasal açıdan güven sağlıyordu. Diğer yandan, yazmak para getirmiyordu. Artık İngiltere’den ayrılmış ilk Amerikan yazarlarının yayıncıları, izleyicileri ve yeterli hukuksal güvenceleri yoktu. Redaksiyon yardımı, dağıtım ve reklam gelişmemişti.
1825’e kadar, bir çok Amerikalı yazar eserlerinin yayınlanması için yayıncılara para ödedi. Açıkçası, sadece Washington Irving ve New York’taki Knickerbocker grubu, ve Hartford Wits olarak tanınan bir grup Connecticut şairi gibi, boş zamanı olanlar ve kendi geliriyle geçinebilecek kadar zengin olanlar yazmaya olan ilgilerini sürdürebiliyordu. Bunun tek istisnası olan Benjamin Franklin, fakir bir aileden gelmesine karşın, iş olarak basımcı olduğundan kendi eserlerini basabiliyordu.
Charles Brockden Brown daha tipikti. Bir kaç ilginç Gotik romansın yazarı olarak Brown yazdıklarından kazandıklarıyla yaşamaya çalışan ilk Amerikan yazarıydı. Ancak kısa yaşantısı fakirlik içinde son buldu.
İzleyici olmaması bir başka sorundu. Amerika’daki küçük ve okumuş izleyici grubu, biraz da daha önceki sömürgelerin yöneticilerine gösterdiği abartılmış saygıdan dolayı, tanınmış Avrupalı yazarlar istiyordu. Amerikan eserlerinin düşük seviyesi düşünüldüğünde, İngiliz eserlerinin tercih edilmesi tamamen anlaşılmaz değildi, ama bu durum Amerikan yazarlarının izleyicisiz kalmasına neden olarak durumun daha da kötüleşmesine neden oluyordu. Sadece gazetecilik parasal açıdan kazanç sağlıyordu, ama izleyicilerin çoğunluğu uzun ve deneyimsel eserler yerine hafif ve kolay şiirler ve kısa denemeler istiyordu.
Edebiyattaki durgunluğun en açık nedeni belki de yeterli telif hakkı yasalarının olmamasıydı. İngilizlerin en çok satan eserlerini korsan baskı yapan Amerikalı yayıncılar, bilinmeyen bir malzeme için Amerikalı yazarlara para ödemek istemiyordu. Yabancı kitapların yetki alınmadan yeniden basılması önceleri sömürgeler için bir hizmet olduğu kadar, klasik eserleri ve Avrupa’nın iyi kitaplarını Amerikan halkını eğitmek için basan Franklin gibi yayıncılar için kazanç kaynağı olarak görülüyordu.
Amerikanın her yanındaki basımcılar onun izinden yürüdüler. Korsancılığın çok müthiş örnekleri vardı. Önemli bir Amerikan yayıncısı olan Matthew Carey, ciltlenmemiş sayfalar veya prova kopyalarını Amerika’ya bir ayda ulaşabilen hızlı gemilerle kendine yollaması için bir çeşit edebi casus olan Londra’lı bir aracıya para ödüyordu. Carey’in adamları denize açılarak limana gelen gemiyi karşılar ve kitabı bölümlere ayırarak 24 saat boyunca vardiyalı çalışan dizmenler kullanarak korsan kitapların basımını hızlandırırlardı. Böyle bir korsan
İngiliz kitabı bir günde yeniden basılabilir, ve neredeyse İngiltere’deki kadar çabuk bir biçimde Amerikan kitapçılarındaki raflarda satışa sunulabilirdi.
İthal edilmiş ve yetkili baskılar daha pahalı olduğundan, korsan baskılarla rekabet edemez ve telif hakkı konusu Amerikalı yazarların yanı sıra Sir Walter Scott ve Charles Dickens gibi yabancı yazarlara da zarar verirdi. Hiç değilse yabancı yazarlara asıl yayıncıları tarafından ödeme yapılmıştı ve zaten tanınmışlardı. James Fenimore Cooper gibi Amerikalılar yeterli ödeme alamadıkları gibi eserlerinin burunlarının dibinde basılan korsan kopyalarına da katlanmak zorundaydılar. Cooper’ın ilk başarılı kitabı olan The Spy (Casus, 1821), piyasaya çıkmasını izleyen bir ay içinde dört ayrı basımcı tarafından korsan baskıları yapıldı. 1790’da yürürlüğe giren ve baslıcılığa izin veren telif hakları yasasının milliyetçi amaçlarla hazırlanmış olması ironikti. Daha sonra bir Amerikan sözlüğü hazırlayacak olan büyük sözlükçü Noah Webster tarafından kaleme alınan yasa, sadece Amerikan yazarlarının eserlerini koruyordu; İngilizlerin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiği düşünülmüştü.
Yasanın kötü olmasına rağmen, ilk yayıncıların hiç biri değişmesini istemiyorlardı; çünkü bu yasa onlar için karlı olmuştu. Korsanlık devrimci Amerikan yazarlarının ilk kuşağını aç bıraktı; bir sonraki kuşağın değerli sayılabilecek çok daha az eser yarattığına şaşmamalıyız.
Korsanlığın en yükseğe ulaştığı yıl olan 1815, Amerikan yazınının en alt noktasına karşılıktır. Yine de, yeni ülkenin ilk 50 yılındaki ucuz ve bol korsan kitaplar ve klasikler Amerikalıları eğitti. Onların arasından, 1825 dolaylarında ortaya çıkan ilk büyük yazarlar da vardı.