Günümüz uluslararası siyaset sistemi dünyadaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri ve küreselleşmenin özellikle 1950’li yıllardan sonraki süreçte kendini çok daha görünür kılması ile büyük etobur aktörlerin lehine dönmüş ve başta orta güç kapasitesine sahip devletlerin dış politika tezahürleri sistemdeki büyük güçlerin dış politika tezahürlerine ayak uydurulması üzerine tekrardan revize edilmesine olanak sağlanmıştır.
Mevcut uluslararası siyaseti anlamak için sistemdeki en çok etki oluşturma kapasitesine aday olan büyük güçlerin dış politika yaklaşımlarını, dünyaya bakış açılarını, karar almadaki etkili ve önemli faktörleri anlamak çok daha elzem bir hale gelirken diğer aktörleri ikinci bir plana itilmesi dünya siyasetinin realist, Hobsçu dinamiklerinin kendini çok daha derinden hissettirmesinin önünü açmaktadır. Uluslararası siyasete realist gözlüklerle bakanlarında altını çizdiği üzere; Uluslararası siyaset sistemi tıpkı bir bilardo oyunu gibidir. Bilardo oyunundaki topların büyüklükleri arasındaki gözle görülür farklılık onların etki doğurmadaki yetenekleri ile doğru orantılıdır. Yani büyük toplar oyun içerisinde diğerlerinden çok daha fazla etkili olabiliyor ve bu yönüylede uluslararası siyasetle örtüşebiliyor.
Mevcut sistemdeki dört büyük güçten (ABD, Çin, AB, Rusya) biri olan ABD, 13 koloninin birleşerek kurulmasından, bir dünya gücü olmasına kadarki süreçte ekonomik, askeri ve politik gücüne paralel olarak bir dış politika takip etmiş ve kademeli olarak ilerleyen bu sert güç enstürmanlarının kendisine olanak sağladığı ölçüde bir dünya siyasetini izleyip pozisyon almıştır.
Amerikan dış politikasını şekillendiren temelde somut/soyut güç kaynakları başta olmak üzere esasen 4 temel stratejisi vardır.
Bunlardan ilki ABD’nin kurulmasını ve başlangıçta 13 koloninin bir araya gelmesine zemin hazırlayan ‘’Birleşik Devletler’’ vasfı ve bunu mümkün kılacak olan başkanlık sistemi en önemli kaynaklardan biridir. Bu şekilde dışişlerinde Washington DC’ye ama içişlerinde büyük bir ölçüde bağımsız olan, birleşerek devlet olma özelliği beraberinde Amerikan tipi başkanlık sisteminin dünyadaki diğer devletlere çok büyük bir örnek teşkil etmiş ve kendisine özendirmede çok fazla etkili olmuştur.
ABD dış politikasının başarılı olmasındaki ikinci sebep sahip olduğu liberal, özgürlükçü değerlerdir. Özellikle 18. Ve 19. Yüzyıllardaki dünyanın trend yönetim şekilleri olan mutlakiyetçilik ve krallık tarzı monarşiler o dönemin insanları için büyük bir baskı ve sorun kaynağıydı. Nitekim Amerika’nın bayraktarlığını ve savunuculuğunu yaptığı insan hakları, demokrasi, devlet etkisinin az olduğu rekabete dayalı piyasa ekonomisi ile liberal ideoloji, insanlar için adeta zengin ve özgür bir ülkenin kapsısı konumundaydı. Bu yönüyle, özellikle ikinci dünya savaşı sonrasındaki zaman diliminde liberal demakratik değerler ve ideolojiler uluslararası siyasette çok daha yaygın bir hal almasında etkili olmuştur.
Üçüncü güç kaynağı, ABD’nin sahip olduğu ordu ve donanma gücünün başrollük yaptığı sert gücüdür. Amerika’nın üzerine oturduğu ve ekonomik olarak zenginleşmesinde hatrı sayılı bir yeri olan doğal kaynak zenginliği, Avrupa kıtasından temin edilen bilim ve teknolojininde birleşmesiyle ABD, kocaman bir fabirkaya dönüşmüştür. Üretilen ürünler dünyanın farklı bölgelerine satılarak ve mal ihraç ederek büyük bir ticaret ağının oluşması beraberinde ABD’nin ekonomik kabiliyetini ve manevra alanını büyük ölçüde arttırmış ve hızlı bir şekilde kas gücüne yatırım yapmasının önünü açmıştır. Dünya siyaset tarihinde eşi benzeri olmayan bir askeri ve silah teknolojisini elinde bardındıran ABD hali hazırda bile dünyanın farklı yerlerinde koğuşlanmış irili ufaklı 800’den fazla askeri kampı, tam ekip askeri personeliyle 8 uçak gemisi (deniz piyadesi/filosu ki her bir piyade bir ordu demek) sınırları dışında 1 milyondan fazla askeri ve 70 ülkeyle ikili güvenlik anlaşmasına sahip özellikleri ile dünyanın toplam asker harcamalarını tek başına %30’unu yapan tek ülke pozisyonundadır.
ABD’nin bu sahip olduğu devasa askeri altyapı sistemi, realist uluslararası ilişkiler uzmanlarınında belirttiği üzere başka ülkelerin ABD’ye karşı meydan okumasının imkansız olup bunun yerine onun bu caydırıcı ve ürkütücü gücüne katılarak ve Amerikan merkezli politikalar üreterek bir dış politika takip edilmesi noktasında vazgeçilemez bir rol oynamaktadır.
Mevcut ululararsı siyasetteki en başat ve önemli bir aktör olan ABD’nin dış politikasındaki başarısının dördüncü ve son güç kaynağı ABD’nin jeopolitik konumudur. Bu durum, zengin ve elverişli yeraltı kaynakları yanı sıra ABD’nin özellikle kuruluş döneminde büyük avantaja sahip olmasını sağlıyordu. 18. Yüzyılın son diliminden itibaren çok daha fazla güç kullanmaya başlayan büyük Avrupalı devletler sonu gelmeyen, yıkıcılığı yüksek, kanlı savaşlara imza atıyorlardı. Kıta Avrupası tarihinde hiç olmadığı kadar jeopolitik hırs, ideolojik farklılık ve sürekli olarak etki ve nüfuz arayışına şahit oluyorduç Bu denli güçlünün güçsüze diş geçirdiği bir ortamda eğer ABD, Kuzey Amerika kıtasında değilde Avrupa kıtasında kurulmaya çalışılsaydı o dönem içerisinde varlığını koruyamayacaktı ve ölü doğan bir bebek gibi olacaktı.
Buna ilave olarak, ABD kuruluşunun ilk dönemlerinde kendi iç pazarını oluşturması ve ekonomik olarak güç toplaması açısından izolasyonculuk (kendini dünyadan soyutlama) ve bunun takip ettiği zamanda Avrupa devletlerinin arasından doğan büyük güçler arası rekabetde taraf tutmamasını herhngi bir bloğun formasını giyinmemesini mümkün kılan Monreo Doktirini yine ABD’nin üzerine oturduğu toprakların kendisine sağladığı bir avantajdır.
Her ne kadar bir çok uzmana göre ABD’nin bir dünya gücü olmasında en etkili güç kaynağı liberal, özgürlükçü değerler ve ideolojiler olsa dahi bunun uygulnaması ve test edilmesini sağlayan bunun yanında diğer ülkelere gösterilmesine imkan sağlayan yine ABD’nin jeopolitik konumudur.
Şayet çatışmaların, krilerin üzerinde sörf yaptığı bir coğrafyada bulunan herhangi bir ülke, dünyanın en mantıklı ve herkesçe kabul olacak fikre sahip olması küresel bir etki oluşturmada zayıf kalacaktır.