İki önemli kaynak arasındaki çelişki, Amerika’da sanatın -müzik, dans, mimari, görsel sanatlar ve edebiyat- gelişimine damgasını vurmuştur. Bunlardan biri Avrupa’nın üst düzey, incelmiş zevki, diğeri ise yerel özgünlüktür. İyi Amerikan sanatçıları, her iki kaynaktan da yararlanmayı başardılar. Bu bölümde, Eski Dünya-Yeni Dünya çatışmasını yapıtlarıyla birleştirmeyi başarmış olan ünlü Amerikalı sanat adamlarından söz edeceğiz.
20. yüzyıla kadar Amerika’nın, “ciddi” müziği, Avrupa üslubunun standartlarıyla biçimlenmişti. Ancak İngiliz baba ile Kreol annenin oğlu olan besteci Louis Moreau Gottschalk’ı (1829-1869) hariç tutmak gerekir. Gottschalk, müziğini, yetiştiği New Orleans’ta dinlediği Karaib ritmleri ve plantasyon melodileriyle yapılandırmıştı. Uluslararası üne kavuşan ilk Amerikalı piyanisttir. Ama erken ölümü, kişiliğinin karanlıkta kalması sonucunu getirmiştir.
Edward MacDowell’in (1860-1908) besteleri erken dönem Amerikan müziği için daha iyi bir örnektir. Müziğini, Avrupa modellerine dayandırmış ve “Amerikan Bestecisi” sıfatını reddetmiştir. Erken dönem Amerikan yazarlarının düştüğü tuzağa yakalanmıştı. Tam Amerikalı olmak, köylü olmaktır sanıyordu.
Amerika’da özgün klasik müzik George Gershwin (1898-1937) ve Aaron Copland (1900-1990) gibi bestecilerin, yerel melodi ve ritmleri, Avrupa formlarına uygulamasıyla ortaya çıktı. Gershwin’in “Rhapsody in Blue” ile “Porgy & Bess” operası cazdan ve Afrikalı-Amerikan halk (folk) şarkılarından esinlenmişti. Yapıtlarından bazıları ise gerçek şehir müziğidir. Örneğin, “An American in Paris”in (Paris’te bir Amerikalı) giriş bölümünde çalgılarla taksi kornaları taklit edilmişti.
Harold C. Schonberg’in ‘Ünlü Bestecilerin Yaşamları’ adlı kitapta yazdığına göre: “Copland, Gershwin için ‘Amerikan müziğini, Alman müziğinin boyunduruğundan kurtarmıştır’ demiştir”. Paris’te eğitim gören Gershwin, geleneklerden sıyrılmayı başarmış ve ilgisini caza yöneltmiştir. (Cazla ilgili ayrıntılı bilgi için 11. bölüme bakınız) Senfoni, konçerto ve oparaların yanısıra film müzikleri de bestelemişti. Yine de esas olarak Amerikan halk şarkılarından esinlenip yazdığı bale müzikleriyle tanınır. “Billy the Kid”, “Rodeo”, “Appalachian Spring”.
Bir başka özgün besteci de Charles Ives’dir. (1874-1954) Popüler klasik müzik unsurlarını, keskin bir ahenksizlikle birleştirmiştir. “Eski akorları kullanmayacağımı çok erken farkettim. Ben farklı şeyler duyuyordum” diyordu. Ancak onun kendine has müziği yaşadığı dönemde pek fazla icra edilmedi. Ama Ives şimdi, 20. yüzyılın müzik gelişimlerini önceden görmüş olan, yenilikçi bir sanatçı olarak değerlendiriliyor. Ives’i izleyen besteciler onun 12 sesli gamlarını, minimalizmini ve diğer icracılara yabancı gelen yeniliklerini kullanmıştır.
20. Yüzyılın son 10 yıllık döneminde, geriye dönüş başladı. Hem besteciyi hem de dinleyici memnun eden bu durum, Amerikan senfoni orkestralarının, konumlarından duydukları tedirginliği ortadan kaldırıyordu. Orkestraların ve opera gruplarının finanse edildiği Avrupa’nın tersine Amerika’da müziğe destek verilmiyordu. Senfoni orkestraları, bağışlarla ve ücretli konserlerle varlığını sürdürüyordu.
Bazı orkestra yöneticileri, yeni besteleri eski müzik parçalarıyla birlikte aynı program içinde sunarak sıradan dinleyiciyi mutlu etmenin yolunu bulmuştu. Sonuç olarak, eski ve yeni opera, gelişmeyi başardı. Ama konser vermek pahalı bir faaliyettir. Bu yüzden daima sponsor şirketlere ve bağışçılara ihtiyaç vardır.