Amerikalı film eleştirmeni Pauline Kael, yazılarını topladığı kitabına (1968) “Kiss Kiss Bang Bang” adını vermişti. Bir İtalyan film posterinden esinlendiği bu ismi açıklarken Kael “sinemanın çekiciliğini açıklayan en özlü deyiş bu olsa gerek” diyor. (Kitabın adının) Amerikan filmlerinin saf enerjisini özetlediğine şüphe yok.
Sinema, Amerikan icadı olmasa da, bu ülkenin dünya eğlence kültürüne sağladığı en büyük katkılardan biridir. 1900’lü yılların başında, sinemanın ilk kurulduğu yılarda özellikle Yahudilerden oluşan birçok göçmen grubu Amerikan film sanayinde iş imkânı bulmuştu. Irkçı önyargılar yüzünden diğer iş gruplarına kabul edilmeyen göçmenler bu yeni gelişen sektöre kendi damgalarını vurmaya başladılar. O dönemde dükkân önlerine kısa film izleme mekânları kuruluyordu. Giriş ücreti bir ‘nickel’(5 sent) olduğu için bunlara ‘nickelodeon’ adı veriliyordu. Birkaç yıl içinde Samuel Goldwyn, Carl Laemmle, Adolph Zukor, Louis B. Mayer, ve – Harry, Albert, Samuel, Jack’den oluşan- Warner Kardeşler gibi birkaç müteşebbis göçmen yapımcılık alanına geçti. Ve kısa zamanda yeni bir iş sektörü haline gelen film stüdyosunun önde gelen patronları oldular.
Büyük stüdyolar Los Angeles, California’daki Hollywood bölgesinde yer alıyordu. 1. Dünya Savaşı öncesinde Amerika’nın çeşitli şehirlerinde film yapılıyordu ama sanayi geliştikçe yapımcılar Güney California’ya doğru kaymaya başladı. Onları güneye çeken, yıl boyunca çekim imkânı sağlayan ılımlı iklim ile mekân ve manzaraların çeşitliliğiydi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’dan başka sinemacılar da gelmeye başladılar: Yönetmenlerden Ernst Lubitsch, Alfred Hitchcock, Fritz Lang ve Jean Renoir; oyunculardan Rudolph Valentino, Marlene Dietrich, Greta Garbo, Ronald Colman ve Charles Boyer. Batıda sesli filmlerin başlamasıyla New York sahnelerinden gelen oyuncuların da katılımı sonucu sinemacılar 20. yüzyılın en çabuk gelişen sanayilerinden birini oluşturmaya başladılar. Sinemanın popülaritesinin en yüksek olduğu 1940’lı yılların ortasında stüdyolarda, yılda 400 kadar film çevriliyordu. Haftada 90 milyon kişi bunları izliyordu.
Altın çağı olan 1930 ve 40’lı yıllarda Hollywood’dan çıkan filmler Henry Ford’un montaj bantından çıkan arabalar gibiydi. Hiçbir film diğerine benzemiyordu ama hepsi belli bir formüle göre yapılıyordu: Western, komedi, kara filmler, müzikal, çizgi film, biopic (biyografik film), vb. Yine de her film biraz farklıydı ve araba işçilerinin aksine filmleri yapanların hepsi birer sanatçıydı. To Have and Have Not, (1944) sadece Humphrey Bogart (1899-1957) ile Lauren Bacall’ı (1924- ) bir araya getiren ilk film olarak değil aynı zamanda ileride Nobel ödülünü kazanacak olan iki kişi tarafından yazılmış olma özelliğini de taşıyordu. Bunlar, filmin esinlendiği aynı adlı kitabın yazarı Ernest Hemingway (1899-1961) ile onu senaryolaştıran William Faulkner’di (1897-1962).
Sinemacılık hâlâ bir işletme olarak görülüyordu ve film şirketleri stüdyo sistemi denilen bir yöntemle para kazanıyorlardı. Büyük stüdyoların düzenli maaş verdikleri oyuncu, yapımcı, yönetmen, senarist, dublör ve teknisyenlerden oluşan binlerce kişilik kadroları vardı. Ayrıca bu şirketlerin, sadece kendi filmlerini gösteren ve daima yeni malzemeye ihtiyaç duyan ülke çapında yüzlerce sineması mevcuttu.
Asıl şaşırtıcı olan ise, böylesine kısıtlı olanaklardan inanılmaz derecede nitelikli filmlerin ortaya çıkmasıydı. Bunun sebeplerinden biri, piyasada çok sayıda film bulunduğu için hepsinin çok satma amacıyla yapılmıyor olmasıydı. Bir stüdyo, iyi bir senaryo ve pek tanınmayan aktörlerle orta-bütçeli bir yapım gerçekleştirip zararı göze alabiliyordu. En iyi Amerikan filmi kabul edilen Orson Welles’in yönettiği Citizen Kane (Yurttaş Kane)(1941) de bu tarz bir çalışmaydı. Ya da Howard Hawks (1896-1977) ve Frank Capra (1897-1991) gibi kararlı yönetmenlerin kendi sanatsal görüşlerini uygulamak için stüdyolarla mücadele etmeleri gerekiyordu. Stüdyo sisteminin en başarılı yılı 1939 olmuştur. Wizard of Oz (Oz Büyücüsü), Gone With the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti), Stagecoach, Mr Smith Goes to Washington (Bay Smith Washington’da) (yönt: Capra), Only Angels Have Wings (yönt: Hawks), Ninotchka (yönt: Lubitsch), ve Midnight (Gece Yarısı) gibi klâsikler hep bu yılda çekilmişti.
Stüdyo sistemi 1940’ların sonunda iki güç tarafından zorlandı: Film yapımcılığı ile dağıtımının ayıran Federal Anti-Tröst yasası ve televizyonun ortaya çıkışı. Bütçe kaynakları arttığı halde üretilen film sayısı büyük bir düşüş gösterdi. Çünkü Hollywood, izleyicilere televizyonda göremeyecekleri tarzda yapımlar sunmak istiyordu. Bu korkunun Hollywood üzerindeki etkisi devam etti. Buna; oyunculara, stüdyo yöneticilerine ve sözleşmeleri düzenleyen menajerlere verilen yüksek maaşlar da eklenince bugünkü filmler ya çok başarılı oluyor, ya da büyük zarar ediyor. Sonucu belirleyen şey ise, yüksek maliyetli filmlerin halkın zevkine uyup uymamasıdır.
Stüdyolar hala faaldir. Çoğu diğer medya şirketleriyle ortaklık içerisindedir. Ama artık Amerika’nın en ilgiye değer filmleri bağımsız yapımlardan oluşuyor. Örneğin Woody Allen’ın (1935 – ) filmleri bu kategoriye girmektedir. Eleştirmenlerden olumlu puan alan Allen filmleri aynı zamanda kar da getiriyor. Ve iyi oyuncular zaten Allen ile çalışmak istedikleri için yüksek ücret talep etmiyorlar ve filmler ucuza maloluyor. Bu yüzden bazı filmlerin izlenme oranı az da olsa parasal kaybı çok fazla olmuyor. Öte yandan Tom Cruise ya da Arnold Schwarzenegger filmlerinin başlangıç giderleri starlara verilen yaklaşık 10 milyon dolar ile belirleniyor. Diğer harcamalar eklenince rakam birkaç katına çıkıyor. Bu yüzden Hollywood stüdyo yöneticileri filmin izlenme oranı konusunda şansa yer bırakmak istemiyorlar.ho