13 – 14. asır Anadolu’sunun önde gelen mutasavvıf şâiri ve Türk dilinde kaleme aldığı Garibnâme’yle, eski Anadolu Türkçesi’nin etkisi çok uzun süreli ilk numûnelerinden birini vererek Farsça’nın hâkim olduğu coğrafyamızda Türk diliyle eser telifi konusunda çığır açıcı olmuş mühim bir şahsiyeti olan Âşık Paşa, neslen Anadolu târihinin çok önemli bir hâdisesiyle zuhûr eden bir âileye mensuptur. Dedesi, Türkiye Selçukluları’nın inhitat târihinde çok önemli bir yeri olan meşhûr Babâîler ayaklanmasını başlatan Horasan göçmeni bir Türkmen olan Ebû’l-Bekâ Baba İlyas’tır. Baba İlyas, Amasya yakınlarındaki, günümüzde İlyas köyü olarak bilinen Çat köyüne yerleşip bir zâviye açarak Dede Garkın’ın halîfesi sıfatıyla Vefâiyye tarîkatını yaymaya başlamış; 1240’ta Selçuklulara karşı başlattığı ayaklanma, Amasya Kalesi’nde kıstırılıp îdâm edilmesinden sonra halifesi Baba İshak önderliğindeki isyancıların Konya üzerine yürümesiyle devâm etmiş; fakat bu grup da Kırşehir yakınlarında imhâ edilmiştir. Bu isyanla başlayan dinî – tasavvufî hareket A. Y. Ocak’ın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa ve diğer halîfeler vâsıtasıyla Anadolu’da yayılarak Osmanlı kuruluş döneminin önemli unsurlarından Rum abdallarının ve Bektâşîliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ayrıca bilindiği üzere bu isyânı bastırmakta müşkilâta düşen devletin vaziyeti, Anadolu’nun eşiğinde bu olayları dikkatle tarassut eden Moğol fâtihlerinin ülkeyi işgâl etmelerinin ve yaklaşık bir asır sürecek bir kaynama döneminin yolunu açmıştır. Bu dönemin istikrarlı bir siyâsî birliğe dönüşerek kapanması, Osmanlı gücünün tüm ülkeye hâkim olacağı ve tavâif-i mülûk manzarasının sonlanacağı 15 – 16. asırlarda mümkün olacaktır.
İşte Âşık Paşa Anadolu Türk târihinin çok önemli bir figürü olan Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın oğludur. Anadolu târihinin bu dağdağalı dönemi, Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi tarafından kaleme alınan Menâkıbû’l-kudsiyye… adlı eserde anlatılmıştır. Böylece bu târihi yapan âile, aynı târihin elimizdeki tek kaynağını da ortaya koyarak târih yazıcılığımıza katkı sunmuştur. Diğer yandan Osmanlı târih yazıcılığının ünlü ismi Âşıkpaşaoğlu da Elvan Çelebi’nin kardeşi Selman’ın torunudur. Onun eseri de Osmanlı tarihçiliğinin ilk standart örneği olarak parlamaktadır.
Böyle mühim halef ve seleflerin tam ortasındaki isim olan Âşık Paşa, Kırşehir civarındaki Arapkir’de dünyâya gelmiştir. Kaynaklara göre babası Muhlis Paşa isyandan yedi yıl sonra Mısır’a gitmiş, orada K. Yavuz’dan öğrendiğimize göre Melik Zâhir’in teveccühünü ve pek çok âlimin hayranlığını kazandıktan sonra yedi yıl kaldığı Mısır’dan Anadolu’ya dönerek 1273’te Konya’yı ele geçirmiş ve kısa süreli hâkimiyetini Karamanoğulları’na devrederek ömrünün son yıllarını Arapkir’de geçirmiştir. Muhlis Paşa’nın, Baba İlyas’ın halîfelerinden Şeyh Osman’ın Kırşehir’deki zâviyesinde bıraktığı vasiyete istinâden şeyhin adamları tarafından on dört yaşında Kırşehir’e getirilerek mezkûr şeyhten ders almış ve onun kızıyla evlendirilmiştir. Anadolu’nun karışık bir döneminde doğan, idârî sıkıntıların, dinî ve siyâsî çalkantıların hüküm sürdüğü bu çağda önemli bir ilim ve kültür merkezi olarak tebârüz eden Kırşehir’de çocukluk ve gençliğini geçirerek “Şeyhüm oldur şeyhüm ol / Andan açıldı bana bu doğru yol” dediği Hızır’dan ledünnî ilimleri öğrenmiş, ayrıca yine kendi ifâdesine göre Âşık adını da ondan almıştır: “Ol kıgırdı bana Âşık adını.” Elvan Çelebi Menâkıb’ında babasından da bahsederek onda velilerin yaşadığı hâllerin bulunduğunu söyleyip onu güzel yüzlü, çirkin işlere hiç bulaşmamış; Ebûbekir gibi sâdık, Ömer gibi âdil, Osman gibi hayâ sâhibi, Ali gibi cömert ve müşkilleri çözücü; Allah tarafından yolu tamamlanıp noksansız kılınan; kaza sözlü, kader yüzlü, kadir özlü, gibi ifâdelerle çokça methetmiştir.
Âşık Paşa, bir hânedânın çöküşü, bir diğerinin ise kuruluşuna denk gelen önemli bir târih kesitinde yaşamıştır. Onun, Osman Gâzi’nin istiklâlini îlân ettiği törende de bulunduğuna dâir menkıbevi bir bilgiyi de paylaşan K. Yavuz’un aktardığına göre, Kırşehir’in Osmanlı topraklarına katılmasında da büyük rolü olmuştur. Tabiî çok sonraları gerçekleşecek bu katılmada zaviyesinin yaydığı fikirlerin payı olmasından bahsediliyorsa bu anlaşılabilir; fakat Âşık Paşa’nın yaşadığı yıllarda şehir İlhanlı hâkimiyetindeydi ve 1336’da merkeze giden vergi geliri 57.000 dinardı. Ayrıca Âşık Paşa’nın, 1322’de adına sikke kesilip hutbe okutulan İlhanlı vâlisi Timurtaş’ın veziri olarak Mısır’a gittiğine dâir rivâyetler de o dönemdeki siyâsî irâdenin sâhiplerini işâret etmektedir. Bununla birlikte M. Kaplan’ın Âşık Paşa’nın Garibnâme adlı meşhur eserindeki birlik fikrini ele aldığı makalesinde, «Âşık Paşa, «vahdet» fikrine dinî ve tasavvufî mâna yanında, politik ve sosyal, hattâ pratik bir mâna da vermiştir. Âşık Paşa, eserinin birinci bölümünde insanların başarı, saadet ve hakikate «birlik» sayesinde ulaşabileceklerini örnekler vererek ortaya koymuştur. Âşık Paşa’nın «vahdet» fikrine vermiş olduğu bu mâna, âdeta Osmanlı Türklerinin kurmuş oldukları «cihan devleti»nin ideolojik ve metafizik temelini hazırlar.» ifâdelerinden ve onun, “devrin ideoloğu” olarak “çağına Mevlânâ ve Yunus Emre’den daha çok tesir” etmiş olmasını muhtemel görmesinden mânevî bir râbıta fikri çıkarılabilir; zîrâ Anadolu’daki siyâsî vahdetin de dil vahdetinin de esaslı kurucusu Osmanlılar olacaklardır. Eserinden, Kudüs’e de uğradığı anlaşılan bu Mısır seyâhatinden döndükten sonra Kırşehir’de vefât eden Âşık Paşa’nın, edebiyâtımıza geçen en önemli özelliği Türkçeciliği olarak bilinegelmiştir. Ö. Şenödeyici’den öğrendiğimize göre, Garibnâme’sinde yer alan, “Türk diline kimse bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / İnce yolu ol ulu menzilleri.” mısrâlarının aslında bir Türkçe övgüsü değil dönemin yaygın ilim ve sanat dilleri olan Arapça ve Farsça’nın övgüsü olduğunu ve Âşık Paşa’nın, bu dillerde ortaya konan incilerden mahrum kalan Türkleri aydınlatmak için eserini Türkçe kaleme almak zorunda kaldığını söylemeye çalıştığı bu satırları bir nevi özür beyânı olarak dizdiğini ifâde edenler de bulunmaktadır. Dolayısıyla Ö. Şenödeyici’ye göre “Âşık Paşa, Türkçe ve Türklük adına önemli bir eser ortaya koymuş, ancak Garibnâme’de Türkçe övgüsüne lafzen yer vermemiştir.” Ve söz konusu Türkçecilik, “akademik bir mit”tir.
Günümüze kadar 116 nüshası intikâl eden ve Batı Türkçesinin ilk hacimli telifi olarak 1330’da kaleme alınan 10.613 beyitten müteşekkil bu on bölümlük mesnevîsinde Âşık Paşa, dinî ve tasavvufî konularda Türkleri eğitmeyi amaçlamıştır. Onun için dil, hikmet ve mânâsıyla önemlidir ve herkes bu mânâları farklı vâsıtalarla öğrenebilir. Dilin amacı budur. O, eserinin Türkçe oluşuna bakıp mânâyı hor görmemelerini ister okuyucularından ve her dilin hakkı söyleyebileceğini ifâde eder. Bu anlamda evrensel bir dilci gibi düşünmektedir ve muâsırımızdır; fakat yine de Türk dilinin ifâde vâsıtalarıyla o bilinmez incileri açabileceğinin de farkındadır ve bu cephesiyle de millîdir. Âşık Paşa’nın, Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye, Kimya Risâlesi, Elif-nâme gibi küçük eserleri de bulunmaktadır.