Aydın Karşısında Tarih – Fuad Köprülü

7 mins read

Şekib Bey’in “Tarih Karşısında Münevver”ini ilk olarak ocakta dinlemiştim. İkinci defa yine büyük bir zevkle Hayat sahifelerinde okudum. Felsefeci arkadaşımın Tarih ve hatta Sosyoloji hakkındaki bakış açıları, bir taraftan lüzumundan çok fazla şüphe ve tereddütlerle dolu, diğer taraftan da mesela “Tarih”in mahiyeti ve gayesi hakkında –bugünkü tarihçilerin ancak hayretle karşılayacakları– birtakım isnatlarla doludur. “Tarihin fetvalarına kalsaydık, acaba hiçbir şeye dokunabilir miydik?” sualini ortaya atan Şekib Bey, anlaşılıyor ki “Tarih”i “mazinin hiçbir müessesesine el sürdürmemek isteyen” mürteci bir “fetva emini” şeklinde tasavvur etmektedir. Eğer böyle ise, makalesinin başında, nasıl oluyor da tarihin büyük ehemmiyetini “ne olduğumuzu bize izah edecek unsurları ancak tarihten alabileceğimizi” söylüyor? Eğer böyle ise, mürteci, ananeperest bir fetva emininden kendilerini öğrenmek zilletine Batı milletleri halen nasıl tahammül ediyorlar? İşte bunun gibi birtakım soruların cevabını “Tarih Karşısında Münevver” vermiyor. Ancak makalenin neredeyse tamamına hâkim olan ruh “tarih”e karşı açık bir güvensizlikten ibarettir. Aslına bakılırsa onu bir “irtica kaynağı” olarak kabul ettikten sonra, hakkında bu kadar “hüsnü nazar” beslemek dahi fazla bir nezaket olu yor. Yalnız, felsefeci arkadaşıma şu konuda garanti vermek isterim ki, “tarih” hiçbir zaman “falcı” ve “fetvacı” bir mürteci, bir ananeperest değildir. Tarihe dayanarak “mürteci” veya “muhafazakâr” içerikli nazariyeler kuran bazı siyasetçi tarihçiler varsa, hiç tarihçi olmadığı halde, mürteci içerikli siyaset sistemleri kuran filozoflar da bol miktarda vardır. Hâlbuki yine tarihçiler arasında en müfrit inkılâpçı nazariyeler kuranlara da sık sık rastlanabilir.

Tarih on dokuzuncu asır boyunca cidden akıllara hayret verecek bir gelişme göstermiştir. “Müsbet ilimler”in yöntemlerinden fevkalâde faydalanarak, kendisinin muhtelif kısımları hakkında en sağlam ve ayrıntılı usûller ve ince araştırma ve inceleme şekilleri ortaya koyan Tarih, Etnograf ve istatistikle birlikte, dünkü ve bugünkü insan toplumlarını tanımak için sahip olduğumuz başlıca vasıtadır. Ancak o incelemelerin gelişimi sayesinde sosyal ilimler tesis edebilecektir. On dokuzuncu asırda tarihin gelişimine sebebiyet veren diğer bir önemli neden de milliyetçilik akımlarının bu asır esnasındaki destekleyici ehemmiyeti olmuştur. Pancermanizm ve Panislavizm, Cermen ve Slav tarihçilerine çok borçludur. İşte bu gibi muhtelif nedenlerin tesiri altında on dokuzuncu asırda büyük bir gelişmeye mazhar olan Tarih artık ilmî bir mahiyet almış ve eski naklî şeklinden kurtularak anlayıcı ve sentezci bir hale gelmiştir. Tarihi yalnız naklî mahiyette gösterip anlayıcılık ve sentezci özelliklerini felsefeye tahsis etmekle Şekib Bey, bugünkü tarihe karşı büyük bir haksızlık yapmıştır.

Bugünkü karşılığı ile Tarih incelemeleri ancak medenî, serbest, mutaassıp ve gelenekçi görüşlerden kurtulmuş çevrelerde yapılabilir ve ancak müsbet ilimlerin usûlleriyle donanmış, inceleme ve sentez özelliklere tamamıyla sahip çağdaş beyinler bunu yapabilmek yetisine mâlik olurlar. Bu bakış açısından, şu son inkılâp senelerine gelinceye kadar memleketimizde serbest tarih incelemeleri yapmak imkânsızdı diyebiliriz. Din tarihi hakkında incelemelerde bulunan bir âlim düşününüz ki, herhangi bir dini “belirli bir toplumun sosyal ürünü olarak” göstermesin ve onu mutlaka gökten inmiş kabul etmeye mecbur olsun. İşte bizim eski ceza kanunumuz böyle serbest, ilmî bir hareket tarzını maddeten cezalandırıyor ve dinî tahakküm serbest tefekküre imkân bırakmıyordu. Böyle bir memlekette yüzlerce vakanüvis yetişebilir; fakat tek bir tarihçi yetişemez. Eski müesseselerin kılına hata getirmeyi cinayet sayan ve maziden kalan her şeye kutsiyet atfeden bu “vakanüvis zihniyeti” bugünkü tarihçilerin yaklaşımlarından ne kadar farklıdır! Vakanüvis zihniyete göre tarihî hâdiseler teolojik sebeplerle izah olunur; dinî görüş vakanüvisin bütün kimliğine hâkimdir. Hâlbuki bugünkü tarihçi için, tarihî hâdise, fizikî dünya için doğal hâdise ne ise ondan farklı bir şey değildir. Eski zihniyete göre tarih tekerrürden ibarettir; binaenaleyh onlar yıkılan bir müessesenin tekrar kurulabileceğine inanırlar; hâlbuki bugünkü tarihe göre tarihte tekerrür değil süreklilik vardır. Binaenaleyh birtakım eski sebepler ve şartların yarattığı müesseseler o sebeplerin yok olması ile ortadan kalkar ve yerlerine yeni şartlara göre yeni müesseseler gelir; bunların yerine eski yıkılmış müesseseleri yeniden kurabilmek, sosyal kanunlara muhalif ve binaenaleyh insanlığın kudretinin dışında olan bir şeydir. Tamamıyla “sübjektif” ve “tekâmülcü” olan bu kabul, mürtecilerin ve muhafazakârların dayanakları mıdır? Yoksa onun en müthiş aleyhtarı mı?

Bir memlekette, bugünkü manasıyla Tarih incelemelerinin ilerlemesi için, onun her yönüyle özgür ve bağımsız olması ve ilmî seviyesinin yükselmesi zorunludur demiştik. Aslında ancak Avrupa medeniyet çevresine giren milletlerin tarihî incelemeler yapmaya kabiliyetli olduklarını görüyoruz; onlar arasında da umumî ilim seviyesi yükselen milletler ön safta gelebiliyorlar. Mesela Çinliler binlerce seneden beri binlerce vakanüvis yetiştirmiş, vakâyinâmeler vücuda getirmiş bir millettir. Hâlbuki bugün Çin tarihi hakkında ilmî yöntemlerle incelemelerde bulunabilecek olanlar Avrupalı bilim adamlarıdır. Aynı şekilde Japonlar, fen bilimlerinde, tıp ve mühendislik gibi uygulamalı ilimlerde değerli ve uluslararası şöhrete sahip bilginler, mucitler yetiştirebildikleri halde Avrupalılar tarafından tanınmış ancak birkaç sınırlı tarihçi ve filolog yetiştirebildiler. Profesör Barthold, önemli bir makalesinde Avrupa medeniyeti çevresine yeni yeni giren eski kültürlere sahip milletlerin, fen ve maddî ilimlerde büyük bilim adamları ve pratik sahalarda kâşifler ve mucitler yetiştirebildikleri halde, bugünkü manasıyla tarihçi yetiştirmekte fevkalâde sıkıntılar çektiklerinden bahsetmektedir. Sırplar, Romanyalılar, Bulgarlar, Yunanlılar gibi medeniyet bakımından geri kalmış Balkan milletlerinin tarihini bile bu milletlere mensup âlimlerden ziyade büyük Avrupa milletlerinin bilim adamları ortaya koymuşlardır. Mamafih Balkanlıların bu sahada bizden oldukça ilerlediklerini ve bu hususta çok çalıştıklarını ve çalışmakta olduklarını da kaydedelim.

Bu açıklamalara göre Şekib Bey’in, “tarihin tahakkümü”nden bahsetmesi, hele memleketimiz için çok büyük bir haksızlık olur. Yeryüzünde geçmişine bizim kadar kayıtsız hiçbir millet yoktur ve işte tam manasıyla “Tarih”in memleketimizde gelişmemesidir ki, bir taraftan geçmişe ait her şeyde kutsiyet gören vakanüvis zihniyetinde mürtecileri, diğer taraftan da geçmişini hor görme hastalığına yakalanmış züppeleri yetiştiriyor. Dünyanın en ileri ve en gelişmiş milletleri, tarih eğitimini millî terbiye hususunda en büyük bir araç olarak kullanırlar; bizim istibdat devrimizde ise hakiki tarih eğitimi mekteplerimizden kovulmuş, çocuklara padişahların isimlerinden ve başarılarından başka bir şey öğretilmez olmuştu. Bugün bütün gayretlere, bütün hüsnü niyetlere rağmen, eğitim sistemimizde eski “vakanüvis zihniyeti”nden kurtulabildiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü ondan kurtulabilmek, asırlardan beri gelen basmakalıp padişah hikâyeleri yerine milletin hakiki tarihini ikame edebilmek için “yeni tarih” telakkisinin memlekette yerleşmesi gereklidir. Senelerden beri bu vakanüvis zihniyetle aralıksız çarpışmış bir adamım; Osmanlı kelimesi yerine “Türk” adını ikame etmek, millî tarihimizin 699/1299’dan başlamadığını anlatmak, yeni tarih telakki ve yöntemlerini çevremizde yerleştirmek hususunda –geçen seneki “Arma” meselesine kadar– uğradığım saldırılar halen aklımdadır. Bunlara bakınca, bizde henüz “tarihin tahakkümü”nden bahsetmek haksızlık olur. Başka memleketlere gelince, onlarda tarihin tahakkümü son derece doğaldır. Hâdiselerin incelenmesinde “tekâmülcü” bakış açısı kuvvetlendikten sonra tarihin önemi elbette artacaktı. Bugün Fransa gibi hukuk ve iktisat sahalarında tarihî bakış açısının feyzinden uzun müddet mahrum kalmış bir memlekette bile, hukuk ve iktisat tarihleri araştırmaları için yeni yeni cemiyetler, dergiler vücuda getirildiğini görüyoruz. Mamafih bunu tarihin bir tahakkümü olarak değil, tarihin layık olduğu konumu alması şeklinde yorumlamak sanırım daha doğru olur.

Şekib Bey’in Latin harfleri hakkındaki düşüncelerini burada konu edecek değilim. “Alfabenin millî ruhun temelini teşkil ettiği” iddiası gibi tamamıyla soyut iddialar ve “Alfabemizde Türk boğaz yapısının asla telaffuz etmediği harflerin mevcudiyeti” düşüncesi gibi –boğazlardan harf değil, sadece “ses” çıktığı cihetle– filoloji noktasından sakat mülahazaları tamamen sessiz geçeceğim. Yalnız Tarih değil hatta bugünkü Sosyoloji de “içtimaî meseleler hakkında bugün hiçbir ilim dalı tam manasıyla ispat edilmiş ve kesin bir karar verme yeterliliğinde olduğunu” asla iddia etmemişlerdir; bilhassa Tarihin “maziyi sebepleri ve neticeleriyle kaydetmek ve belirlemekten” başka hiçbir hedefi yoktur. Lakin ne yapalım ki, ilim ve uzmanlığa dayanan yirminci asır cemiyetleri ve özellikle demokrasiler, içtimaî meselelerde tarihin ve içtimaî ilimlerin görüşünü almadan bir iş görmüyorlar. Her mesele başta tarihin ve sosyal ilimlerin –bugünkü gelişim derecelerine göre az veyahut çok– ışıklarıyla aydınlandıktan sonradır ki, Şekib Bey’in bahsettiği “el birliği” ve “deha ışıkları”na sıra geliyor. “Toplumsal iş bölümü” derecesinin yükselmesiyle sivrilen yirminci asır, medenî cemiyetlerin eski cemiyetlerden farkı ve “demokrasi”nin hakiki manası işte burada; yani istisnasız her alanda ilim ve uzmanlığa verilen kıymettedir.

Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz

SAMER

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe