Asıl adı Hüseyin Cemil olan Cemil Meriç, Balkan Savaşı esnâsında Dimetoka’dan Antakya’ya göç eden bir âilenin çocuğu ve baba tarafından, Dimetoka Müftüsü Hafız İdris Efendi’nin torununun torunu ve kendi ifâdesiyle, “çeşitli nekbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç”ın oğlu olarak bugünkü Reyhanlı’da dünyâya gelmiştir. 1921 Ekim’inde imzâlanan Ankara İtilafnâmesiyle artık Osmanlı sınırları dışında kalan, Fransız himâyesindeki bir Hatay’da çocukluğunu idrâk etmeye başlayan ve muhtemelen bu dededen intikâl eden Müslüman geleneği içerisinde büyüyen Meriç, 1925’e kadarki hayat devresini “koyu Müslümanlık” olarak tanımlayacaktır. Soyadını, bir hicret hâtırâsı ve âilesinin geldiği toprağın bergüzârı olarak taşıyan mütefekkir, Ü. Meriç’ten öğrendiğimize göre bu soyadından evvel, Türkçülük tesiriyle Şaman ve Yılmaz gibi soyadlarını kullanmıştır. Milliyetçiliği de bu Müslüman çocukluk devresinde temâyüz etmeye başlayacaktır; zîrâ okumayı da Mehmed Emin’in Türk Sazı’ndan heceleyerek öğrenmiştir. Bununla birlikte, yine kendi ifâdesiyle “tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran bir yol gösterici” olarak Ahmed Midhat Efendi’nin Kırkanbar’ı da ilk okuma temrinlerinin içindedir. Daha sonraları, Halep’te bulunan Refik Hâlid’İn yazdıklarını okuyacak, onun “âhenkli”, “taze” ve “samimi” nesrine hayrân olacaktır.
Meriç, 1923’te Reyhaniye Rüşdiyesi’nde başladığı eğitimini, 1928’den îtibâren Antakya Sultânîsi’nde sürdürmüş; Karagöz dergisinde Fırsat Yoksulu mahlasıyla ilk şiirleri neşredilmiş, ilk yazısı da, henüz öğrenciyken Yenigün gazetesinin 23 Eylül 1933 târihli 673. sayısında F. Y. Yılmaz müstearıyla yayınlanan, işgâl yıllarında Türkler tarafından çok okunan Yeni Mecmua ve onun devâmı olarak yayınlanan Yenigün’ün neşriyâtını övdüğü “Geç Kalmış Bir Muhasebe” olmuş, aynı târihlerde Işkın adlı bir Antep dergisinde “Şairler Irmaklara Benzer” başlıklı bir başka yazısı da neşredilmiştir. O sıralar Fransız mandası altında bulunan Antakya’daki okulunda, Fransız yanlısı idâre ve öğretmenlere karşı milliyetçi hislerle Yıldız gazetesinde yönelttiği eleştiriler sebebiyle barınamayarak, 1936’da İstanbul’a gelip Pertevniyal Lisesi’ne kaydolan ve bu tepkileri doğuran milliyetçi hislerin damga vurduğu ve “yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi” ile Türkçü olduğu hayat safhasını, 1925 – 1936 arasına yerleştiren Meriç, maddî sıkıntılar eğitimini İstanbul’da sürdürmesini engelleyince tekrar Antakya’ya dönerek eski okulunda lise eğitimini tamamlamıştır.
Cemil Meriç’İn kendi ifâdelerine göre entelektüel hayâtı üzerinde etki yapan ilk kitap, Rıza Tevfik’in Kâmus-ı Felsefî adlı eseri olmuştur. Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı onu jimnastik yapmaya, sağlam bir vücuda sâhip olmaya teşvik etmiş, İbrâhim Ethem’in Terbiye-i İrade adlı eseri de disiplin içerisinde çalışmayı öğretmiştir. Bu sıralar, baştan sona okuduğu ilk kitap da Dostoyevski’nin büyük eseri Suç ve Ceza’nın Fransızca bir tiyatro uyarlaması olmuştur. Yabancı dil konusundaki çabalarında en mühim yardımcısı ise, Şemseddin Sâmi’nin Kâmus-ı Fransevî’sidir. Cemil Meriç, çeşitli Avrupa ediblerinden sonra, Engels ve Marks’la da lisede tanışacaktır. Aynı yıllarda Andre Gide’in Clarte dergisine, Gringoire adlı sağcı bir Fransız gazetesine ve Nouvelles Literaires’e abone olan Meriç’in irfan kaynakları neredeyse bütünüyle Fransız’dır: Aynı yıllarda edebiyatta ilk aşkı olarak, düşünce dünyasına kendisiyle girdiğini belirttiği Balzac’ı keşfeder; Zola’yı gençliğinin tanrılarından sayar. Hugo, Chateaubriand ve filozof olarak Voltaire en sevdiği yazarlardandır.
Mezuniyetinden sonra kısa bir süre İskenderun’da öğretmenlik yapan Cemil Meriç, muhtemelen, sosyalist Leon Blum’un hükûmetine bağlı olan, Hatay’daki Fransız mandasının ve daha büyük oranda okuduğu kitapların etkisiyle sosyalizme meyletmiştir. Kendisi de, Ergun Göze’yle gerçekleştirdiği mülâkaatta, “hayâtının fikrî grafiği” içinde 1936 – 1938 arasını “sosyalistlik devrim” olarak tanımlamıştır. Yine aynı mülâkaatta belirttiği gibi, okuma ve araştırmaları ve bilhassa “Stalin gibi bir canavarın karşısında Sovyet intelijansiyasının zavallılığı” sebebiyle soldan uzaklaşacaktır. Diğer yandan solculuğu da Türkçülüğü de tefekkür çilesinden doğmuş birer araştırma mahsülü değildir.
Meriç, Tercüme Bürosu, Nâhiye Müdürlüğü ve Türk Hava Kurumu’nda çeşitli vazifeleri deruhte etmiş, bu sırada Türkiye’ye yeni katılan Hatay hükûmetini devirmeye çalışmak suçlamasıyla tutuklanmıştır. “Sınıf kavgasının, sınıf şuurunun olmadığı Hatay”daki mahkemede “tek işçinin elini sıkmamış” biri olarak Marksizmini açıkça îlân etmesine rağmen beraat eden fakat sicili bozulan Meriç, bu dönemden başlamak üzere 1960 yılına kadar sürecek hayat safhasını, kuluçka devri veya “bir Jan Valjan hayatı” olarak nitelendirmiştir; fakat bu devir de hareketsiz bir bekleyiş dönemi değildir. İstanbul Üniversitesi’nde Yabancı Diller Okulu’na burslu olarak girip iki yıl okuyan ve bu tahsilin sonunda staj görmek için iki yıllığına Fransa’ya gönderilecekken II. Dünya Savaşı hengâmesinde bu imkânı bulamayıp Elazığ’a Fransızca öğretmeni olarak atanıp iki yıl burada kaldıktan sonra İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca okutmanı olarak giren Cemil Meriç, bu zaman zarfında, Ayın Bibliyografyası dergisinde tercüme tenkitleri yayınlamış, ayrıca 1943’te, dünyanın en büyük romancısı saydığı ve Türkçe’ye çevrilmedikçe ülkemizde gerçek anlamda romanın boy atamayacağına inandığı Balzac’tan Altın Gözlü Kız’ı çevirip neşretmiştir.
1944 – 1947 yılları arasında Yurt ve Dünya, Yücel, Gün ve Amaç dergilerinde çeviri vâdisindeki eleştirileri ile Fransız edebiyâtına ilişkin incelemeleri yayınlanan ve 1947’de Yirminci Asır dergisinin kurucuları içinde yer alan Meriç’in, kitaplaşan ilk telifi, yüz sayfalık Altın Gözlü Kız çevirisinin başında yer alan yetmiş beş sayfalık Balzac incelemesi sayılmazsa, 1960 – 1964 arasında kendisini hasrettiği Hint kültürüne dâir bir eser olan Hind Edebiyatı’dır[1]. Avrupa’yı incelerken karşısına çıkan ilk Asya unsuru olan Hint, onun Doğu’ya ve İslâm’a dönüşünün de ilk kıvılcımını çakacak ve ondan “tesâmuhu, düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi, peşin hükümlerin mahpesinden kaçarak hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi” öğrenecektir. Bununla birlikte Avrupa’dan hiçbir zaman bütünüyle kopmaz. Hind Edebiyatı’ndan üç yıl sonra, 1967 senesinde, “toplumun dertlerine çare arayan bir aydının Batı düşüncesine, daha doğrusu düşünceye uzanışı” olarak târif ettiği Saint Simon İlk Sosyolog – İlk Sosyalist basılır. Kendisini çok daha geniş bir çevreye tanıtacak ve nesilleri etkileyecek eserlerini emekliliğinden sonra vermeye başlayan Cemil Meriç’in, en çok okunan eserleri arasında başı çeken, Türk düşüncesini, Doğu ve Batı arasındaki Türk aydınını ve son iki asırlık sergüzeştimizi, belirli odak noktaları üzerine dillendirilmiş aforizmatik ifâdelerle ele aldığı ve “yarım asırlık bir tetebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresi. Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık” olarak târif ettiği Bu Ülke ile ondaki tohumun ağaca dönüşmesiyle meydana çıkan, Platon’un meşhur metaforu içinde Türk ve Batı aydınını ele aldığı, “çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir taslağı” olan Mağaradakiler ve çağdaş uygarlık, medeniyet, kültür, ideoloji, devlet gibi kavramlarla düşünce târihinin çeşitli isimlerini ve eserlerini, bunlara ilişkin tercümeleri “zamanla çiçekleşen tomurcuk düşünceler” hâlinde işlediği Umrandan Uygarlığa 1974 yılında neşredilecektir. 1980’de ise, “bir mefhumlar kâmusu, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi” olarak vasıflandırdığı Kırk Ambar ve 1984’te “büyük âbideye birkaç sütun, birkaç oda daha” eklemesini sağlayan Işık Doğu’dan Gelir gün yüzüne çıkar. Hayattayken yayınlanan son eseri ise, ondan bir yıl sonra kitaplaşan, kültür, medeniyet, İslâm düşüncesi, edebiyat, aydın meselelerini yine ve yeniden irdeleyeceği, Kültürden İrfana olacaktır.
1970’lerden îtibâren sağın önde gelen mevkûteleri olan Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Kubbealtı Akademi Mecmuası gibi dergilerle Orta Doğu ve Yeni Devir gibi sağ tandanslı gazetelerde yazıları görünen Cemil Meriç, 1943’teki Balzac çevirisinden sonra da çeviri faaliyetlerini bırakmamış, Balzac’tan 1946’ya kadar bazısı neşredilmeden kaybolan altı roman daha çevirdiği gibi, 1956’da Victor Hugo’nun Hernani adlı tiyatro eseri ile 1966’da yine Hugo’dan Marion de Lorme adlı tiyatro eserini, 1980’de Uriel Heyd’in Foundations of Turkish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp adlı çalışmasını, Ziya Gökalp: Türk Milliyetçiliğinin Temelleri adıyla ve 1983’te sosyalist düşünür Maxime Rodinson’un La Fascination de l’Islam adlı çalışmasını, Batı’yı Büyüleyen İslam adıyla çevirerek neşretmiştir.
Kitaba tapmadığını fakat onu bir liman olarak gördüğünü, onun sâyesinde bir kanat darbesiyle Olemp’e, bir kanat darbesiyle Himalaya’ya uçtuğunu; okuduğu karakterleri, onların ülkelerini ve asırlarını yaşayacak denli benimsediğini belirten Cemil Meriç, arayışlar ve tecessüsler içindeki hayatını iki perdelik bir trajediye benzetmiştir: “Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman: yıldızsız, allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ıstırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yeldeğirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu: çocuklarım, kitaplarım…” Türk düşünce târihinde çok önemli ve belli başlı sîmâlardan biri olarak temâyüz eden Meriç, şu veya bu ideolojinin tesirinde kaldığı gençlik dönemleri sayılmazsa, fikrî hürriyetin ve insan idrâkinin önünde bir engel olarak gördüğü ideolojik angajmanlardan uzak durmuş; fakat son iki asırlık Batılılaşma, çağdaşlaşma mâcerâmız ile Türkiye’nin düşünce târihine dâir vurucu, kendine has özlü bir belâgatle dile getirdiği fikirler, çeşitli siyâsî – ideolojik mecrâların mümessilleri tarafından aynı tehâlükle benimsenmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Meriç, Türk düşüncesi içerisinde, “sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok” diyerek kendi bölünmüşlüğünü de bedâhetle ortaya koymuştur. Batı’nın kaynaklarına son derece hâkim olan, hatta fikrî gelişmesini Taine, Paul Borget, Rousseau, Quinet ve Michelet’ye borçlu olduğunu söyleyen ve kendisini “Tanzimat’tan beri Batı’yı heceleyen Türk aydın”ları içinde gören Meriç, ömrü boyunca o kaynaktan beslense ve “60’lara kadar tecessüsünün yönlendiği kutup” olarak Avrupa’yı görse de onun muârızı olmuştur. Bütün zirvelerine rağmen Batı’nın nazarında bizim, kabûl edilmeyecek başka bir dünyâ olduğumuzu ifâde etmiş ve yine kendi ifâdesiyle fikrî mâcerâsının son merhalesi olarak 1964’ten îtibâren kendisini sâdece Osmanlı saymıştır. “Hayâtını Türk irfânına adamış mütecessis bir fikir işçisi” olarak bu yolda arayış, okuma, öğrenme, aktarma çabalarından uzaklaşmayan Cemil Meriç, çocukluğundan îtibâren zayıf olan görme duyusunu 1955’te tamamıyla kaybetmesine rağmen, tefekkür ikliminde, dostlarının ve kendisini sevenlerin muavenetiyle kanat çırpmayı sürdürmüştür. Bu durumda ömrünün son 30 yılını karanlıklar içerisinde; fakat kafasının içinde yanmaktan hiç vazgeçmeyen bir tecessüs ışığıyla mânevî olarak aydınlanmış hâlde geçiren Cemil Meriç, Karacaahmet Mezarlığı’nda medfundur.
Göktürk Ömer Çakır