Kanlı Stalin rejiminin milyonlarca kurbânından biri olarak 1937’de, M. Dıykanbayeva’dan öğrendiğimize göre, Pantürkizm ve milliyetçilik suçlamasıyla gözaltına alınıp 1938’de 34 yaşında öldürülen ve benzer sebeplerle katledilen yüzden fazla Kırgız aydınıyla Çon-Taş’taki bir kerpiç fabrikasında hazırlanan toplu mezara gömülen Törökul Aytmatov’un oğlu olarak Talas vâdisindeki Şeker köyünde dünyâya gelen Cengiz Aytmatov, ilköğrenimini kendi köyünde tamamlar. Yetişmesinde ve yazarlığında ilk önemli tesiri, şifâhî kültürü anlattığı masal ve efsânelerle kendisine aktaran bilge babaannesi Ayımkan’a borçlu olan Aytmatov, on yaşında toprağı işleyerek çalışmaya başlar ve on dördüne geldiğinde köyündeki kolhozun sekreterliğine getirilir. Aynı dönem vergi memurluğu da yapan geleceğin büyük yazarı, 1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde Veteriner Teknik Okulu’nda yüksek tahsîline başlamış, burayı bitirdikten sonra da, 1948’de, Kırgızistan Tarım Enstitüsü’ne devam ederek 1953’te bu okuldan veteriner olarak mezun olmuştur.
İlk eseri Pravda gazetesinde yayınlanan “Gazeteci Cyuda” ile 1952 yılında yazarlığa adım atan Aytmatov, bu vâdide devâm etmek üzere 1956 – 1958 yılları arasında Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’nde okur ve buradaki son yılında Novy Mir dergisinde yayınlanan “Cemile” adlı hikâyesiyle büyük ilgi görür. Louis Aragon’un dikkatini çeken ve yine onun tarafından “dünyânın en güzel aşk hikâyesi” olarak tanımlanıp “Her şeyi görmüş, geçirmiş, okumuş şu Paris’te, Werther, Berenice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü, ben Cemile’yi okudum.” sözleriyle yüceltilerek Fransızca’ya çevrilen bu hikâyede, evliliklerinin ilk aylarında kocası askere giden Cemile adlı kadın kahramânın törelere aykırı olarak Danyar’la yasak bir aşk yaşaması ve bu sebeple memleketini terk etmek zorunda kalması konu edilmiştir. Bu hikâyenin yayınlandığı sene Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne giren Aytmatov, aynı yıl içinde Sovyet Yazarlar Birliği’ne seçilir ve bir süre sonra Literaturnyi Kırgızistan dergisinin ve 1967’ye kadar, “Cemile”nin ilk yayınlandığı Novy Mir’in editörlüğü ile Pravda’nın Orta Asya muhabirliğini yapmaya başlar. 1963’te, içinde “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı hikâyelerinin de bulunduğu dört hikâyesinden mürekkep Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü alır ve aynı yıl Kırgızistan’ın millî yazarı seçilir.
Aytmatov’un neşredilen ilk romanı, II. Dünya Savaşı yıllarında erkekleri askere alınan köylerde, geride kalan insanların savaşın giderek ağırlaşan yükü altında çektikleri sıkıntıların işlendiği Toprak Ana’dır. Elveda Gülsarı adlı romanında, can çekişen atının başında bütün bir geçmişinin muhasebesini yapan Tananbay’ın ve Gülsarı isimli atın simgesel hikâyesi etrâfında bir rejim eleştirisi yapan Aytmatov, 1970’te Beyaz Gemi romanını yayınlamış, 1976’da basılan “Sultan Murat” başlıklı hikâyesinde, çocukluk yıllarının köy kolhozunda şekillenen hâtırâlarını yansıtmıştır. Aytmatov, 1980’de yayınlanan Gün Olur Asra Bedel adlı romanında, tek bir güne sığan anlatının içinde, Gülsarı’da işlediği rejim eleştirisini daha ileri boyuta taşıyarak, Sovyet düzenini ve totalitarizmini bilhassa evrensel bir sembole dönüşecek mankurt motifiyle temelden reddetmiş, 1986’da basılan Dişi Kurdun Rüyaları adlı romanında, uyuşturucu kaçakçılarının, Kırgız çobanlarının, Akbar ve Taşçaynar adlı kurtların iç içe geçmiş öyküleriyle tabiat üzerinde insanın yarattığı yıkım ve Sovyet ideolojisinin sebep olduğu ahlâkî tefessühü, kısacası insan ve tabiatın tükenişini işleyerek genel bir yargıya göre yazarlık faaliyetini yerelden evrensel bir boyuta taşımıştır. Bütün bu sembolik rejim eleştirilerine rağmen edebî gücüyle takdîr edilmeyi sürdüren Aytmatov, 1978’de Sosyalist İşçi Kahramanı ödülünü, 1983’te ikinci defa Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanmış, parlamentoda Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği’nde Sekreterlik görevlerini deruhte etmiştir.
Eserlerinde Kırgız coğrafyasının efsâne ve masallarını çarpıcı bir şekilde çağdaş hikâyelerinin içine yerleştirerek halkının çektiği ıstırapları anlatan Aytmatov, kendi edebiyâtını, “Bence benim kitaplarımın en büyük özelliği gerçekleri yazmasıdır. Hayatın kendisini ve karşılaştığım acı, tatlı her şeyi olduğu gibi kitaplarıma aktardım” sözleriyle tanımlamıştır. O, bâzen doğrudan içine girilen, bâzen sembollerle çevrelenerek hikâye edilen gerçek hayâtla râbıtalı millî bir anlatının, öz kaynakların, mit ve folklorun kullanılmasıyla evrensel temaları ve insanlık durumlarını ifâde edebilecek kuvvette nasıl inşâ edilebileceğine dâir muazzam bir edebî mirâs ortaya koymuştur. Aslında edebiyâtın amacı da, tıpkı nerede doğsak ve yaşasak da evrensel temaları işleyen yazarlara, meselâ korkuyu işleyen bir Kafka’ya; kıskançlığı, intikâm duygusunu işleyen bir Shakespeare’e; vicdân azâbına anıt diken bir Dostoyevski’ye dünyâ edebiyâtının malı olarak yakınlık duymamızı sağlayan o evrensel dile ulaşmaktır. Aytmatov, bunu, K. Nerimanoğlu’nun aktardığı şu sözlerle ifâde etmiştir: “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim ilk olarak yapmaya çalıştığım, kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatmaktır. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve “evrensel” olana ulaştırmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar “tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”
Göktürk Ömer Çakır