Onu, Oğuzların Avşar boyuna mensup bir saz şâiri olan Âşık Musa’nın oğlu ve muayyen bir şahıs kabûl edenler olduğu gibi, İ. Görkem’in çalışmalarında olduğu gibi daha ziyâde birkaç şâirin poetik hamûlesiyle ortaya çıkmış bir vâkıâ olduğunu savunanlar da vardır. Buna göre o, Kul Yusuf, Âşık Dadalıoğlu Musa ve Âşık Dadalı Veli gibi Dadalı Türkmen aşiretine mensup ozanların ve onların Dadaloğlu mahlâsını tapşıran[1] tâkipçileri olan diğer saz şâirlerinin inşâ ettikleri bir âşıktır ve adı etrâfında oluşan Homeroğullarıvârî kollektif geleneğin remiz ismidir.
Dadaloğlu’na atfedilen şiirlerde, 19. asır içinde büyük merkezlere yakın olan Erzurumlu Emrah ve benzerleri gibi Dîvân şiirinin etkilerinden uzak kalmış ve daha ziyâde aynı dönemde uygulanan zorunlu iskân politikalarının mensup olduğu aşiret üzerindeki menfî tesirlerinin aksettiği (“Aşağıdan iskân evi gelince / Sararıp da gül benzimiz solunca”) ve tabîatla iç içe göçebe yaşamının savunulduğu (“Dumanlıdır Aladağ’ın alanı / Ortasında sarı çiçek savranı / Yiğit durağı da aslan yatağı / Dilberleri hep de böyle ola mı. / Pınarında bir yenice sağlık var / Çimeninde ıstar görmüş yağlık var / Kızlarında bir başkaca ağlık var / Irmağı da şu dağların ala mı?”) isyankâr bir dil vardır. “Hakkımızda devlet vermiş fermânı / Ferman pâdişâhın dağlar bizimdir” mısrâlarında olduğu gibi, aşîretinin bozulan sosyal düzenini korumak için kavga kurmaya, tüfek davulbazlar vurmaya ahdetmiş bir topluluğun kollektif sesi gibidir o.
Kavga şiirlerinde sert ve müdânaasız bir dili olan Dadaloğlu veya bir dilleri olan Dadaloğlu şâirlerinin öfkesinde Köroğlu’nun, sevdâlarında Karacaoğlan’ın, yurt güzellemelerinde Dede Korkud’un tınıları hissedilir. Bu hâliyle eski ozanların devâmı, modern zamanların eşiğindeki bir gölgesi olan ve çehresine kendi çevresi, gelenekleri de yokoluşun eşiğine gelmiş (“Yoksa devir döndü âhir zaman mı?”) bir muhitin târihî serencâmının, ıstıraplarının sindiği âşık, konar-göçer hayatının son çığlıklarından biri olmuştur.
11. asır sonlarından îtibâren yoğun Türkmen göçlerine sahne olan Halep bölgesinin göçebeleri Sivas gibi uzun mesâfeli yaylaklara göç ediyorlardı. Ramazanoğulları’nın faaliyetleriyle ve muahhar zamanlarda Halep Türkmenlerinin kışlak olarak kullanmasıyla Çukurova bölgesi de bir Türkmen yatağına dönüşünce, buralarda sıkıntıya sebep olan, güvenlik ihlâlleri yaratan, toprakların sâhipsiz kalmasıyla sonuçlanan hareketlilikler meydana gelmiş, bu da devletin iskân girişimlerinin artmasına sebep olmuştu. Bilhassa Kırım harbi esnâsında bölgeye yönelik asker taleplerinin muhalefetle karşılaşması, 1865’te Fırka-i Islâhiye ordusunun kurulması ile Çukurova, Kozan ve Gâvur Dağı bölgelerinde devlet otoritesinin tesîsi ve diğer sosyal sıkıntıların giderilmesi için resmî faaliyetlerin artmasıyla sonuçlanmıştır. Dadaloğlu’nun bu Fırka-i Islâhiye eliyle yürütülen mecbûrî iskândan sonraki târihlerde duyulan “Daha da hey Osmanlı’ya aman mı?” sesi, muhtemelen birtakım acı tecrübelerin de hâtırâlarını taşımaktadır.