Dede Korkud, adına atfedilen hikâyelerin anlatıcısı kabûl edilen yarı efsânevî Türk bilgesidir. Anlatıcı desek de aslında bu hikâyeler üçüncü tekil şahsın ağzından aktarılmakta ve Dede Korkud hikâye sonunda kahramanları kutsayan bir rehber kişi olarak ortaya çıkmaktadır. Sâdece Kam Büre Bey oğlu Bamsı Beyrek Boyu (Destânı)nda fazladan bir role sâhiptir. Onun kim olduğunu, ne zaman yaşadığını veya yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz.
Bir nevi Homeros problemi onun için de söz konusudur. Acaba o tek bir kişi mi yoksa kadîm bir geleneği temsil eden ozanlar soyunun tümü tarafından zaman içerisinde anlatılan hikâye parçalarının kendisine mâl edildiği muhayyel bir kişi mi? Buna kesin bir cevap vermek zor görünüyor.
Dede Korkud destanları hakkındaki en eski kayıt, Memlûk târihçisi İbnü’d-Devâdârî’nin muhtemelen 1310’da tamamladığı Dürerü’t-tîcân ve ġureru tevârîħi’z-zamân adlı eserindeki satırlardır. Burada, Oğuznâme’nin Türkler’in elinde dolaşıp durduğundan, Oğuz adlı bir büyüklerinin olduğundan, Tepegöz dedikleri bir canavarın beldelerini harâb edip Türk büyüklerini katlettiğinden ve ayrıca bu destanların kopuz eşliğinde ezbere okunduğundan bahsedilir.
Destânlar, kayda geçiren anlatıcının ifâdesine göre Hz. Peygamber’le çağdaştır. Ayrıca Peygamberi görüp onun sahâbesi olarak Oğuz yurduna dönen bir karakter de vardır. Bunlar, şüphesiz masalsı bir ifâdelerdir; ancak masalla gerçeğin sınırları da dâimâ yan yana olmuştur. Bazı başka kaynaklar (Câmiü’t-tevârih gibi) Dede Korkud’u Oğuz hanlarından Kayı İnal’ın yanında ve yine Peygamber’le çağdaş gösterirken bazı kaynaklar (Şecere-i Terâkime gibi) da Dede Korkud’u Peygamberden 300 yıl sonra yaşamış olduğunu belirttikleri Salur Kazan’la çağdaş göstererek Abbasîler dönemine yerleştirmiştir. Bu masalsı rivâyetlerin birtakım gerçekleri karşılayabileceğini düşünen kimi bilim adamları, Dede Korkud’un Göktürkler zamanındaki Oğuz yabguları nezdinde bulunmuş bir bilge-vezir olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Destânın, Müslümanlığa yeni intisâb etmiş bir bozkır topluluğunun geçiş dönemi ürünü olarak da görülmesi bu târihlendirmeyi mâkûl gösterse de kesin bir şey söylemek yine de mümkün değildir. Destanların coğrafyası da Türkistan’la Azerbaycan, Doğu Anadolu, Kafkasya arasında yer alan millî bir coğrafyadır. Buradan bazen Umman’a da uzanır kahramanlarımız.
Hikâyelerin, Müslümanlığa yeni girmiş bir kabile topluluğunun ürünü olduğuna dâir birtakım işâretler vardır. Bu gibi hikâye parçacıkları vesilesiyle çok eski dönemlerin silik hâtırâları da ortaya çıkabilir. Mesela; Dirse Han oğlu Boğaç Han Destânı’nda Boğaç’ın annesi oğlunu kan revân içinde bulunca şöyle der:
Kara kıyma gözlerin uyhu almış, açgıl ahı
On ikice sünücegin üzen olmış, yagşur ahı,
Tangru veren tatlu canun seyranda imiş, inde ahı,
Öz gevdende canun varısa, ogul, ver haber mana
Kara başum kurban olsun ogul, sana
Günümüz söyleyişi:
Kara çekik gözlerini uyku almış aç oğul
On iki kemiğini koparmışlar, devşir oğul
Tanrı vergisi canın seyrâna çıkmış, döndür
Öz gövdende canın varsa haber ver bana
Kara başım kurban olsun, oğul sana!
S. Tezcan, bunu, bir şamanlığa giriş töreni hâtırâsı olarak açıklamıştır: Kendisinin şaman olacağına inanılan aday, adaylık aşamalarının sonunda şaman hastalığı denilen bir hastalık geçirir. Mesleğe giriş için bir nevi inisiyasyon… Şaman namzedi birkaç gün kapalı bir yerde ağır bir baygınlık hâlinde yatar; ağzından köpükler çıkar, eklemlerinden kan sızar, konuşmaz, soluk alışı yavaşlar, vücut zayıf düşüp katılaşır, hiçbir şey yemez. Tradisyona göre üç gün geçici bir ölüm yaşayıp dirilir. Bu geçici ölüm ânında da düşsel bir hâdise gerçekleşir: Dişi ve erkek ruhlar gelip vücudundaki bütün kemikleri ayırır, sayar; et ve kemikler bir kazanda kaynatılır. Sonrasında da bunların hepsi bir araya getirilir. Bütün bunlar olurken adayın ruhu hayvan anası denen ve yırtıcı bir kuş olarak tasavvur edilen bir varlık tarafından yeraltına götürülmüştür. Baygınlık hâlinin genel olarak canın gövdeyi terk edip seyrâna çıkması olarak kabûl edildiği de bilinir. Etler ve kemikler parçalanıp kaynatıldıktan sonra can geri döner. Bu, ölüp yeniden dirilmek anlamına gelen bir düştür. Dede Korkud’daki bu sözlerin işte böylesi bir erginlenme töreninin izlerini taşıdığı düşünülmektedir. Yaşama dönen aday, artık her türlü güçlüğü yenecek ve tüm ruhlar üzerinde yaptırım gücü kazanacaktır.
Dede Korkud Kitabı’nın 15. – 16. asırlarda, bilhassa Akkoyunlu coğrafyasında yazıya geçirildiği düşünülmektedir. Özellikle Bayındır Hân’a verilen önem ve onun hanlar hânı olarak yüceltilmesi, ayrıca destânın coğrafyası – daha doğru bir söyleyişle – Türkistan’dan Doğu Anadolu’ya taşınan coğrafyası göz önüne alınırsa bu görüş doğru kabûl edilebilir. Kayda geçiriliş târihi de problemli değildir; zîrâ bu asırlarda Türklük burcunun ferâmuzu olan Osmanlılar’da da Oğuznâme söylemek, dinlemek, bu hikâyelerle şenlik etmek yaygın bir eğlencedir. 16. asrın meşhur nişancısı Celâlzâde Mustafa’nın Tabakât’ına göre, Mohaç Savaşı’ndan önceki gece ordugâhta «Din yolunun serbazları, meydân-ı gazâ kurbanları, Rumelinin delüleri, divaneleri, şeştar, tanburlar, kopuzlar nevaht idüb Oğuz gazalarının hikâyet-efruzları ozanlar çalub çağırub şenlikler, şâdilikler iderlerdi.»
Dede Korkud Kitabı, millî irfan kaynaklarımızın en başında yer alan bir kahramanlık destanları derlemesidir. Muhtelif zamanlarda Oğuz geçmişinin, Oğuz an’anelerinin, Oğuz töresinin, Oğuz îmânının, kısacası öz be öz Türklük ocağının od’unda pişmişbir millî seciye manzûmesidir. Onda biz, dilimizin en verimli, çağıldayan söyleyişlerini, göçebe Türk cemiyetinin ve kabile hayâtının en arı unsurlarını, temiz Müslüman îmânının cûş u hurûşunu, anne, baba, kardeş, eş ve yurt sevgisinin, inhirafsız bir sadâkatin en yalın numûnelerini buluruz.
Belki büyük Oğuz destânının kaybolmuş parçalarının elde kalan hikâyeleri olan bu şiirsel nesirin heyecan dolu destansı dilinden, içinde yükselen hayır dualarından, içine serpilmiş kutlu atasözlerinden sürekli yararlanmak, bu ulu irfan çeşmesinden her vesileyle kana kana içmek ve yetişen nesillerin onu ezberlemesini sağlamak en önemli görevlerimizden biri olmalıdır.