“İşte bu, Allah’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: ‘Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.’ Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ, 42/23)
Hz. Peygamberi, O’nun hane halkını ve yakınlarımızı sevmek, aramızda bir-birimize karşı sevgi ve saygı beslemek imanın, mümin ve Müslüman olmamızın gereklerindendir. Yüce Allah, mealini okuduğumuz bu âyette Hz. Peygamber’den risalet görevinde “yakınlara sevgi”den başka bir şey talep etmemesini istemektedir. Allah, bir önceki (Şûrâ, 42/22) âyette inanıp iyi işler yapanların cennetlik olduklarını haber verirken bu âyette inanıp iyi işler yapmanın karşılığının cennetle müjdelen-mek olduğunu beyan etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’den risalet gibi önemli ve ağır bir görevin karşılığında “yakınlara sevgi”den başka bir şey istenmediğini hatır-latılmaktadır. Bu öyle bir istektir ki bunun faydası ve ecri öncelikle insanın kendi nefsine dönmektedir.
Bu itibarla biz müminlerin inanç, ibadet ve sosyal hayatlarında esas olan, sevgi ve saygıdır. Sevgi ve saygının olmadığı yerde ne imanda samimiyet ne de ibadette başarı ve kazanç söz konusu olur. Kul, Allah’a severek inanmalıdır. Zira bize en ya-kın olan, bizi yaratıp bize şahdamarımızdan daha yakın olan Allah’tır. Nitekim Kâf Sûresi 16. âyette şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”
Bu itibarla yakınlara sevgi beslemekten amaç, öncelikle Allah’ı sevmek olmalıdır.
Allah’ı seven, Allah’ın elçi olarak seçip gönderdiği Peygamberine uymalı ve O’nu da sevmelidir (Âl-i İmrân, 3/31). Mümin, Allah’ı ve Peygamberini kendi nefsinden ve dünyadaki her şeyden aziz bilmelidir. Bu itibarla bu âyette risalet görevinin ecri, bu görevin ve ona imanın gereği olan sevgi olarak zikredilmiştir. İnsan, sevmediği bir şeye gönülden boyun eğip inanmaz.
Hz. Peygamber’i sevmek aynı zamanda O’nun ailesini ve yakınlarını da sevmeyi gerektirir. Genel anlamda Peygamber Efendimizin yakını olmak, onun peygamberli-ğini kabul edip yolundan giden her kimseyi kapsar. Bu itibarla bütün Müslümanlar kardeş, akraba ve birbirlerinin yakınlarıdır. Onlar inançlarının gereği olarak birbir-lerini severler. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi “Müminler bir binanın yapı taşları gibidirler; birbirlerine destek olurlar” (Buharî, “Salât”, 88). Demek ki genel anlamda “ya-kınlara sevgi” Allah’ı, peygamberi ve müminleri kapsamaktadır. Peygamber Efendi-mizin risalet görevine karşılık olarak bizden istediği tek şey “sevgi”dir.
“Yakınlara sevgi” özel anlamda ise Hz. Peygamber’in ehl-i beytine yani hane hal-kına duyulması gereken sevgidir. Buna, özellikle, Hz. Peygamber’in sevgili kızı Hz. Fatıma, damadı ve amcasının oğlu Hz. Ali ve onların yavruları olan sevgili torunları Hasan ve Hüseyin efendilerimiz dâhildir. Tarihte cereyan eden acıklı hadiseler Müs-lümanların bağrında onulmaz derin yararlar açmıştır; bu öyle bir acı ve kederdir ki aynı zamanda Müslümanların ehl-i beyt sevgisini kat kat artırmıştır.
Bu özel ve genel anlamla birlikte Allah’a itaat eden her mümin, Vâkı’a suresinin
10 ve 11. âyetlerinde belirtildiği gibi “mukarrebler”den yani, yakınlardan sayılır. Bu itibarla risalet görevine karşılık Peygamberimizin talebi, müminlerin Allah’ı, Pey-gamberi, Peygamber’in ehlini ve Allah’a yakın olanları sevmekten ibarettir. Bu aynı zamanda sevginin dinimizdeki önemini, yerini ve gücünü göstermektedir.