Kendisini “seyyâh-ı âlem ve nedîm-i benî-âdem” olarak tanımlayan, millî kültürümüzün en anıtsal eseri olan büyük boyda on ciltlik ve yaklaşık dört bin sayfalık seyâhatnâmesiyle sâdece Türk edebiyâtında değil dünyâ seyâhatnâme literatüründe de haklı bir şöhreti bulunan Evliya Çelebi’nin ne yazık ki gerçek adını bilemiyoruz. Ataları Kütahya’daki Zereğen mahallesinde ikâmet edip, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmişlerdir. Hâfız olan ve Şeyhülislâm Hamid Efendi Medresesi’nde 7 yıl tahsil gören Çelebi, 1636 yılı Ramazan’ında Ayasofya Camii’nde pâdişâh (IV.) Murad’a takdim edilir ve Harem-i Hâs’ta eğitim görürken sultânın da musâhibi olur. Sarayda, iki yıl kalacaktır. Seyâhatnâme’nin muhtelif ciltlerinde Türklerin ulu din öncüsü Hoca Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini, bir taraftan da Germiyanoğulları ile bağlantısı olduğunu ifâde eden Evliya Çelebi, seyyah olup yollara düşmesinin ve muazzam eserinin yazılış sebebini, Yemiş İskelesi yakınındaki Ahî Çelebi Camii’nde gördüğü bir rüyâya bağlar. Rüyada, Kırım’da kâfir üzerine yapılacak bir cenge yardıma gitmek için Hz. Peygamberin başlarında bulunduğu büyük sâhabeler bu câmiye namaz kılmak için uğrarlar. Kemankeşler pîri, Sa’d-ı Vakkâs’ın aracılığıyla hâdiseyi anlayan Çelebi’nin tatlı diliyle olay şöyle gelişir: “Sa’d-ı Vakkâs hazretleri destimden yapışup huzûr-ı Hazret’e götürüp; “Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliyâ kulun şefâ’atin ricâ eder” deyüp Hazret’e götürüp “Mübârek dest-i şerîflerin bûs eyle” deyince bükâ-âlûd olup mübârek dest-i şerîfine küstâhâne leb urub mehâbetinden,”Şefâ’at yâ Resûlallâh” diyecek mahalde hemân “Seyâhat yâ Resûlallâh” demişim. Hemân Hazret tebessüm edüp “Şefâ’atî ve seyâhatî ve ziyâretî ve Allahümme yessir bi’s-sıhhati ve’s-selâme” deyüp Fâtiha dediler (…) Hemân Sa’d-ı Vakkâs hazretleri belinden sadağın çıkarup hakîrin beline kuşadup tekbîr edüp; “Yürü sehm ü kavs ile gazâ eyle ve Allâh’ın hıfz u emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde ne kadar ervâh ile görüşüp dest-i şerîflerin bûs etdinse cümlesini ziyâret etmek müyesser olup seyyâh-ı âlem ve ferîd-i âdem olursun. Ammâ geşt ü güzâr etdüğin memâlik-i mahrûseleri ve kılâ-‘ı büldânları ve âsâr-ı acîbe ve garîbeleri ve her diyârın memdûhât, sanâyi’ât, me’kûlât ü meşrûbâtını ve arz-ı beledi ve tûl-ı nehârların tahrîr edüp bir âsâr-ı garîbe eyle.”
Bu muazzam eser, müellifin ölümünden yüz otuz yıl kadar sonra meşhûr Osmanlı târihçisi Hammer tarafından keşfedilip gün yüzüne çıkarılmıştır. Eser, ilk defa 1843’te seçmeler şeklinde, Müntehâbât-ı Evliya Çelebi başlığıyla yayınlanmış, tam metin neşri ise ilk altı cildi 1896 – 1900 arasında Ahmed Cevdet’in İkdam Neşriyat Yurdu’nca, yedi ve sekizinci ciltleri 1928’de Türk Tarih Encümenince, dokuz ve onuncu ciltleri ise 1935 ve 1938’de Maarif Vekâletince ve yeni harflerle yapılmıştır. Eserin ilk bilimsel ve güvenilir neşri ise 1996 – 2011 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Robert Dankoff’a göre Seyâhâtnâme’nin iki amaca mâtuf iki yaklaşımı vardır. Bunlardan ilki, Osmanlı İmparatorluğu’nun eksiksiz bir tasvîrini sunmaya dönük ve eski Müslüman coğrafyacılarının mesâlik ve memalik geleneğine bağlı olan emperyal yaklaşım; ikinci amacı ise seyâhatlerinin eksiksiz bir kaydını sunmaya dönük kişisel ve otobiyografik yaklaşımdır. Bu anlamda da Evliya Çelebi son derece özgün bir şahsiyet olarak aynı özgünlükte bir eser ortaya koymayı başarmıştır.
Çelebi’nin, Seyâhatnâme’de, yaşadığı, görüp gezdiği veya içinden geçtiği şehir sayısı iki yüz elli yedi olarak tesbît edilmiştir ve adımladığı coğrafyada bugün otuz ülke bulunmaktadır. Geçtiği yerlerde kendisinden bir bergüzâr bırakmayı seven Çelebi’miz, mezarlık, saray, kilise, cami ve türbe duvarlarına çeşitli notları veya adını kazımıştır. Meselâ; Köstendil’deki İnceli Ahmed Bey Zoğu Camii’nde, “Melek Ahmed Paşa hazretlerinin müezzini, Evliyâ-i Gülşenî rûhiyçün, Allah rızâsıyçün fâtiha, sene 1071”, Karaman’da, Pir Ahmed Efendi Camii’nde “Seyyâh-ı âlem Evliya rûhiyçün fâtiha, sene 1082” şeklinde ve bugüne intikâl eden notlarla, daha ölmeden kendisi için fâtihâ istemesi, bu yazıları istikbâle bıraktığının delilleri olsa gerek. O, bu tür konularda hassas ve dindar bir insandır ve yine kendi ifâdesine göre yüce atası Hoca Ahmed Yesevî ibn Muhammed Mehdî’den beri ataları içinde şarap ve keyif verici şeylerden yemiş içmiş kimse yoktur.
Evliya, seyâhâtlerinin çoğunu resmî vazifeli olarak yapar. İlk gezisi ise, herhangi bir görevi olmadan, babasının ahbâbı Ketenci Ömer Paşa ile çıktığı Trabzon gezisidir. Üstlendiği görevler, musâhiplik, müezzinlik, tahsildarlık, elçilik vs.dir. Bununla birlikte, Halil İnalcık’ın dediği gibi, onun kişiliğinde birleşen esas ikili nedîm ve seyyâhtır ve eserinin analizinde bu iki nokta göz önünde tutulmalıdır.
Evliya Çelebi’nin, dönemindeki abdalları, meczupları, melâmîleri anlattığı bir bölüme düştüğü “Şakanâme’mizde taklîdi mufassal tahrîr olunmuştur” derkenârından, bu isimle bir başka kitabının olduğu anlaşılmaktaysa da bunun hiçbir nüshası elimize ulaşmamıştır.
Çelebi’nin güvenilirliği hakkındaki eski tartışmaların, yerini ilmî değerlendirmelere bıraktığı söylenebilir. Zaten ona bakışımız, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi olmalı: “Ben Evliya Çelebi’yi tenkîd etmek için değil, ona inanmak için okurum. Ve bu yüzden de dâima kârlı çıkarım.” Bugün aktüel bir soru olarak sık sık yöneltilen, “Bir adaya düşecek olsanız yanınıza hangi üç kitabı alırdınız?” sorusunun cevapları içinde muhakkak yer alması gereken eseriyle Evliya Çelebi, bizim için haklı bir gurur ve neşe kaynağı olarak yüreğimizin coğrafyasında gezinmeye devâm etmektedir ve edecektir.