“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/22)
Yukarıdaki âyet, farklı etnik kökene veya inanca mensup insanların bir arada barış içinde yaşamalarına temel teşkil edecek ayetlerden biridir. İnsanlık artık küre-selleşen ve iletişim teknolojisinin getirileri ile adeta “evrensel köy” konumuna gelen dünyada birbirlerinin hak ve hukuklarına riayet ederek bir arada barış, karşılıklı saygı ve hoşgörü içinde yaşamalarının gereğine inanmak durumundadır. Etnik, si-yasal ve dinî farklılıklar, düşmanlık ve huzursuzluk sebebi değil insanlık âleminin kültürel zenginliği olarak algılanmalıdır. Bu algılama biçimi, insanlık için bir lüksten öte zarurettir. İslam dini açısından bakıldığında, yüce Kitabımızın ilgili mesajları ve Rahmet elçisinin (s.a.s) örnek uygulamalarının, farklılıklarla birlikte barış içinde yaşamanın temellendirilmesinde ana zemini teşkil ettiği görülür.
Kur’an-ı Kerim’de “O’nun (Allah’ın) âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratıl-ması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.” buyurularak, bir taraftan, insanlar arasında söz konusu olan kültürel, sosyal ve etnik farklılıkların fıtrî/ilahi olduğuna işaret edilirken diğer taraftan da bu farklı-lıkların, Allah’ın yüceliğini gösteren deliller olduğuna dikkat çekilmektedir. Ayrıca, “…Biz her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı…” (Mâide, 5/48) âyeti de bu farklılığın yaratılış kanununun gereği olduğuna işaret etmektedir.
İnsanları, bir erkek ve dişiden yaratan yüce Allah, onları farklı “şube”lere ayırmış ve iradesi doğrultusunda gerçekleşen bu farklılığın hikmetini de “insanî ilişkiler bü-tünü” olarak açılımı yapılabilecek “teâruf “ terimi ile açıklamıştır (Hucurât, 49/13). Aynı âyetin devamında üstünlüğün ölçütünün “takva” olarak belirtilmesi (Hucurât, 49/13), biyolojik ya da etnik eksenli farklılıkların Allah katında bir değerinin bulunmadığı-na işaret etmektedir. Sorumluluk bilinci, Allah’ın koymuş olduğu ilkelere uymada gösterilen hassasiyet olarak açılımı yapılabilecek takva; insanın eylem ve söylemle-rine, tutum ve davranışlarına yön veren önemli bir unsurdur.
Gerçek şu ki dünyamız, rengârenk çiçeklerle süslü bir bahçe misali farklı din, inanç ve kültürlere mensup kişi veya toplumları barındırmaktadır. Dünya üzerin-deki bu farklılıkların yok edilmesi mümkün olamayacağına göre, barış, huzur ve insanca bir yaşam için aynı ortamı paylaşan farklılıkların birbirlerine saygı göster-mesi, birbirlerinin farklılıklarına tahammül etmesi zorunludur. Bu nedenle çağımız insanı, birey ve toplum olarak, karşılıklı saygı ve hoşgörü çerçevesinde bir arada çatışmadan, barış içinde yaşamanın gereğine inanmalı ve bir şekilde bunun yolunu bulma gayreti içinde olmalıdır. Şurası da bir gerçek ki, bu inanç, insanlık için lüks-ten öte bir zorunluluktur.
İnsanlık, artık tarihin derinliklerinde kalması gereken etnik, siyasal ve din ek-senli çatışma kültürlerine iltifat etmemelidir. Zira bu tür çatışmalar, geçmişte oldu-ğu gibi günümüzde de insanlığa hiçbir fayda sağlamamaktadır. Bu tür çatışmala-rın galibi, düşmanlıktır, kandır, gözyaşıdır, şiddettir, terördür. Tarihsel tecrübe ve birikimler göstermektedir ki, hiçbir çatışma bölgesel düzeyde kalmamaktadır. So-rumluluğunun bilincinde olan insanlar, şiddet ve vahşetin kurbanının kimliğine ve gerçekleştiği coğrafyaya bakmaksızın, hemen erdemin, barışın, hoşgörünün mağlup olduğunu çaresizlik içinde iliklerine kadar hissetmektedir. Hemen her gün yazılı ve görsel basında, yakın ve uzak çevremizde gördüğümüz ve yüzlerce insanın kanının aktığı, masum yavruların vahşete kurban olduğu sahneleri, vicdan sahibi her in-san üzüntü ve endişeyle izlemektedir. Müşahede edilen bu tablolardan sonra, ister istemez merhamet ve hoşgörü, saygı ve sevgi, akıl ve vicdan, acaba insanlığın ilgi alanından çıkıyor mu? sorusu sıkça beyinlerimizde yankı bulmaktadır.
Sonuç olarak farklılıklar, Rabbimizin varlığının bir delilidir. Bu gerçeği değiştir-meye hiç kimsenin gücü yetmez. Bu itibarla özelde Müslümanlar genelde de insan-lık inanç, düşünce veya bazı etnik mülahazalarla parçalanmamalıdır. Hangi inanç ve düşünceye mensup olursa olsun insanlık, tarihsel tecrübe ve birikimlerden de isti-fade ederek “öteki” olarak nitelendirilen birey ve toplumlarla barış, saygı ve hoşgörü içinde yaşamanın zaruretine inanmalı ve bu uğurda gayret sarf etmelidir.