Abdullah’ın oğlu ve birtakım ikincil kanıtlara göre Boşnak kökenli olan Mustafa Âlî, 1556 – 1560 yıllarında Haseki Sultan ve Sahn-ı Semân medreselerinde Ebûssûd Efendi’nin oğlu Şemseddin Ahmed’in öğrencisi oldu. Bu dönemde, gelecek vaat eden genç şâirlerle birlikte ders gören ve edebiyat meclislerinde bulunan Âlî, ilmiye yolunda ilerlemek yerine bâzı şöhretli örneklerin de yaptığı gibi kalemiyeye geçmeyi tercih etmiş ve Mihr ü Mâh adlı manzum yapıtını sunduğu Şehzâde Selim tarafından 1561’de dîvân kâtipliğine alınmıştır. Cornell Fleischer’ın, onun hakkında kaleme aldığı muhteşem biyografide bir kariyerist olarak resmedilen Âlî’nin ilmiye sınıfından ayrılmasında şüphesiz bu özelliği belirleyici olmuştur. 16. asırda yeni biçimlenen bir bürokratik silk olan kalemiyede yükselmek, katı ilmiye hiyerarşisinde bir yerlere ulaşmaktan daha kolaydı.
Hırslı ve istekli Âlî, 1563 yılında bir görevle gittiği pâyitahtta pâdişâha bir dilekçe sunup sarayda görev almak istediğini bildirince, Sultan Süleyman’dan gelen “Seninle kendi efendin ilgilensin, şehzâdelerin adamları sarayımda dolaşmasınlar” cevabıyla dilekçesi reddedildi. Aynı yıl başka bir mesnevîyle yeniden Selim’in dikkatini çekmeye çalışmış; fakat mesnevîsinin – kendisi reddetse de – bir kopya ve intihâl olduğunun anlaşılmasıyla emeline ulaşamayarak, Halep’e atanan Lala Mustafa Paşa’nın, kendisinin sır kâtibi olması yolundaki teklifini kabûl etmiştir.
Lala Mustafa Paşa’yla birlikte Halep, Şam ve Mısır’da 6 yıl geçirip Lala Mustafa’nın Sinan Paşa’yla yaşadığı sürtüşmeler ve bununla bağlantılı bâzı meseleler sebebiyle azledilmesi üzerine Saruhan Sancakbeyi Şehzâde Murad’a sığındı ve ondan aldığı bir tavsiye mektubuyla daha sonra İstanbul’a gidip Sokollu Mehmed Paşa’ya eser sunmasına rağmen ümîd ettiği gibi sarayda bir kâtiplik elde edebilmek yerine Bosna Beylerbeyi Ferhad Paşa’nın dîvân kâtibi yapıldı. Âlî’nin kariyerist tavrı burada da bâzı örnek olaylarda kendisini gösterir. Meselâ âile bağları olan Nakşîbendi tarîkatine değil, sarayla ilişkileri güçlü Halvetîliğe bağlanması ve Sokollu Mehmed’in de pîri olan Nureddinzâde Muslihiddin ile ilişkisi hep ilerleme amacına katkı sağlamaya mâtuf işler gibi görünmektedir. Bununla birlikte onu Bosna’ya yollayan Sokollu’ya ileriki yıllarda yazdığı bir eserinde sınır boylarında kendisine gâzi olma imkânını sağladığı için şükranlarını sunması ilgi çekicidir. Mustafa Âlî yine de hiçbir zaman çabalarını sonlandırmamıştır. Şehzâde Murad pâdişah (1574) olunca tekrar İstanbul’a gelmiş ve ona Vâridatü’l-Enika adlı eseri ile bâzı kasîdeler sunmasına rağmen bir memuriyet alamayınca tekrar Bosna’ya dönmüştür. Buradan 1577’de ayrılıp sarayda bir görev almak umuduyla tekrar İstanbul’a gelerek bu defa pâdişâha Zübdetü’t-tevârih’i sunmuş, yine övgü dolu kasîdelerinde kendisini Ali Şîr Nevâî’ye benzetmekle birlikte Hüseyin Baykara gibi bir hâmisinin bulunmadığından yakınmayı da ihmâl etmemiştir. Fleischer’ın müzmin bir dilekçeci olarak tanımladığı Âlî, en azından Faslü’l-Hitâb adlı evliya tezkiresinin çevirisiyle görevlendirilmiş (1577); fakat pâdişah ölene dek (1595) ona şiir sunmayı da sürdürmüştür.
Eski hâmisi Lala Mustafa Paşa, Hoca Sâdeddin Efendi aracılığıyla Âlî’nin Şirvan seferi için kâtip olarak atanmasını sağlamıştır. Âlî, Şirvan’dan Erzurum’a dönen Lala Mustafa Paşa’nın görevinden azledilmesiyle, bu azli gerçekleştiren Sadrâzam Ahmed Paşa’ya mektup yazıp nişancılığa getirilmesini veya en azından büyük bir vilâyetin mal defterdarlığına yükseltilmesini istemiş; ancak yaklaşan ilkbahar seferi için erzak boşaltma – yükleme işlemlerini denetlemek üzere Trabzon’a gönderilmiş, buradan da, 1581 – 1583 arasında görev yapacağı Halep’e gitmiştir. Halep’te yazdığı mektuplar yine yakınmalarla dolu ve herkes kânunun öngördüğü çerçevelerde yükselirken kendisinin sürekli gadre uğramasıyla ilgilidir. Ayrıca burada kaleme aldığı Nushatü’s-selâtin adlı siyâsetnâmede hayâtına dâir önemli kayıtlar, “cevr-i mevfûr ve gadr-i nâ-mahsur beyanında”, yâni “uğradığı sayısız haksızlıklar” başlığı altında yer almaktadır. Aslında Âlî, tam bir meritokrasi taraftarıdır. Derdi, “ehil olmayan kimselerin kapı eşiğini yastık” yapmasıdır. Rütbe ve derece tevcihinde liyâkate ve yeteneklere önem verilmemesi, düşük insanların şeref sâhibi büyük insanların önüne geçmesi, ona göre Sultan Süleyman’ın saltanatıyla başlayan hastalıklı bir kânundur (“kânun-ı sakîm”) ve o, bu sıkıntılar içinde gönlünün –lâyık olduğu mevkileri- arzu etmesinden, kendisinin de bu arzuların peşinde koşmasından ötürü perişan olmuştur. Âlî, çeşitli defterdarlık görevlerinde bulunup kimi zaman açıkta kaldıktan sonra son olarak Cidde sancakbeyliğine tâyin edilmiştir.
O, ısrar etmekten sıkılmamış bir kâlem erbâbıydı; padişahtan Mısır Beylerbeyliğini istemek için, son eseri olacak Mevâidü’n-nefâis’i yazdı ve belki de tüm çağların, umduğunu bulamamış donanımlı merdûdu olarak son görev yeri Cidde’de vefât etti. Şiirlerinde yer alan, “Ma’ârife göre olsa manâsıb-ı dünyâ / Benüm olurdı cihân begligi bi-hakk-i Hüdâ” ve “Bir gevherüm ki kıymet ü kadrim bilinmedi” gibi mısrâlarla bu durumu trajikomik bir şekilde dillendirmiştir.
Çeşitli konularda yazdığı 60 civârında eserle zengin bir külliyât bırakan Mustafa Âlî, Farsça ve Türkçe dîvânları ile muhtelif şiir kitapları ve mektupları dışında mesnevî türünde edebiyat eserleri, nefis terbiyesi, tasavvuf ve ahlâkla ilgili eserler, kırk hadis tercümeleri, hat sanatçıları ve şâirler hakkında biyografik çalışmalar ile “Her ne yazdumsa esahh ve rast ile yazdum ve nakl eyledümse bî-kem ü kast takrir eyledüm” diyerek objektif bir dille kaleme aldığını vurguladığı ve yararlandığı yüz otuz civârında eserin ismini vermek sûretiyle pek çok târihçiden ayrılmasını sağlayan dört rüknden oluşmuş, son rüknünde Osmanlı târihini ele aldığı Künhü’l-ahbâr adlı dünyâ târihi sâyesinde sâdece buruk bir bürokrat olarak anılmaktan kurtulup çok yönlü bir Osmanlı aydını olduğunu da kanıtlamıştır.
Göktürk Ömer Çakır