“Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (En’âm, 6/103)
Yüce Allah’tan başka her varlık sonradan olmuştur. O, sonradan olan varlıklara hiçbir yönden benzemez. Rabbimiz, kendisi hakkında bizim hatıra getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Bu sebeple insanın tasavvuru ve tahayyülü O’nu idrakten acizdir.
İdrak; kelime olarak “arzulanan bir şeye ulaşma” anlamına gelmektedir. Mecaz olarak da “duyu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da manayı kavraması” manasında kullanılır. Ayet-i kerimede geçen “idrak” kelimesi bu iki anlamı da kapsamaktadır; yani “Gözler O’nu idrak edemez” ifadesiyle hem Allah’ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zatından başka hiçbir varlık tarafından O’nun gerçek varlığının ve mahiyetinin bütünüyle bilinip kuşatılamayacağı ortaya konmuştur.
Allah’ın zatına bu dünya gözüyle ulaşmak, onun hakikatini kavramak mümkün değildir. Çünkü göz O’nu görecek kabiliyette yaratılmamıştır. Ahirette Allah’ın gö-rülüp görülemeyeceği konusunda ise mezhepler arasında ihtilaflar olmakla birlikte, konu ile ilgili âyet ve hadisler Allah’ın ahirette görülebileceğine işaret etmektedir.
Mutezile mezhebine mensup âlimler, daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu ayete dayanarak Allah’ın, dünyada olduğu gibi ahirette de görüleme-yeceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri ise, bu ayet-i kerimenin bâki olan Allah’ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini; ahirette ise, insanların ölümsüz hâle getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz bir görme imkânına kavuşturulmuş gözleriyle bâki olan Allah’ı görmelerinin mümkün olduğunu savun-muşlardır. Onlara göre ayette Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O’nun tam olarak idrak edilmesinin imkânsız olduğu bildirilmekte-dir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın ahirette görüleceğine dair başka deliller de vardır:
Kur’an-ı Kerim’de şöyle denilmektedir:
“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim! Bana (kendini) göster, seni göreyim!’ dedi. (Rabbi); ‘Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu…” (A’râf 7/143)
Ehl-i sünnet bilginleri, bir peygamberin Allah’tan mümkün olmayan bir şeyi is-temeyeceğinden hareketle, Allah’ı görmenin mümkün olabileceği kanaatine varmış-lardır. Şayet Ru’yet mümkün olmasaydı, Musa (a.s), O’nu görme isteğinde bulun-mazdı. Çünkü Allah’ın görülemeyeceğini bilir ve muhal olanı istemezdi.
Şu ayet-i kerime de Allah’ın cennette görülebileceğini teyit etmektedir. “O gün birtakım yüzler aydındır. Rablerine bakarlar.” (Kıyâme, 75/22–23)
Ayrıca, inkârcıların ahiretteki mahrumiyetleriyle ilgili olarak “Hayır, şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.” (Mutaffifîn, 83/15) buyrulan ayet de ru’yetin mümkün olduğuna delildir. Zira “mahrum olma (perde-lenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini göre-bileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hâl ve şartlara göre olacaktır.
Peygamberimiz ayın on dördüne rastlayan bir gecede aya bakarak şöyle bu-yurdu: “Şu ayı nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de öylece göreceksiniz…” (Buhârî, “Mevâkıtü’Salât”, s.14)
Bu âyet ve hadislerin ışığında, müminler, kıyamet gününde Allah’ı, mahiyeti biz-ce bilinmeyen bir biçimde görmeye nail olacaklardır.
Ayette geçen Latîf ve habîr, ifadeleri Allah’ın güzel isimlerindendir. Latîf ismi Allah’ın sevgi, merhamet, hoşgörü, ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lütufkâr olduğunu ifade eder. Bu kelime özellikle “bütün olup bitenler gibi kullarının hâllerinden de eksiksiz haberdar olan” manasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığı takdirde “her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen” anlamına gelmektedir. Bu sebeple ayet-i kerimenin sonunun meali şöyle ya-pılmıştır:
“O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”