Türk mûsıkîsi bestekârı ve hânendesi Hacı Ârif Bey, daha sıbyan mektebindeyken sesiyle dikkat çekmiş ve tıpkı Dede Efendi gibi mektebin ilâhîcibaşı olmuştu. Hocası ve komşusu Hâfız Zekâî Efendi, öğrencisinin kabiliyetindeki inkişâfı görünce kendisini Dede Efendi’ye takdim etmiş ve Hacı Ârif, bir süre Dede Efendi’nin de öğrencisi olmuştur. Yine hem komşusu hem hocası olan Şâhinbeyzâde Mehmed tarafından Mızıka-i Hümâyûn’un Türk mûsıkîsi kısmına kaydettirilen, diğer taraftan da Bâb-ı Seraskerî’de kâtip muavinliği yapan Hacı Ârif, Sultan Abdülmecid’den de teveccüh görmüş ve genç yaşında onun mâbeyncileri arasına katılmıştır. Harem’deki câriyelere meşk hocası tâyin edilen; fakat Çeşmidil adlı cariyeye âşık olunca onunla evlendirilip saraydan uzaklaştırılan Hacı Ârif, eşinin kendisini terk etmesi üzerine tekrar saraya alınmış; fakat bu defa da Zülfinigâr adlı câriyeye âşık olunca yine müzdeviç olup saraydan çıkarılmıştır. Bu hanımının bir yıl sonra veremden ölmesini, segâh makâmında “Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme” ve hicaz makamında, “Kamer-çehre perî-rû tende cânım” mısrâları ile başlayan şarkılarla terennüm eden Hacı Ârif, Sultan Aziz’in tahta çıkmasıya tekrar saraya alınmış, on yıl süren bu görevi de, mûtâdı olduğu vechile, Pertevniyal Vâlide Sultân’ın nedîmelerinden Nigârnik’e, âşık olup evlendirilerek saraydan çıkarılmasıyla son bulmuştur. 1876’ya kadar beş yıl Şûrâ-yı Devlet kâtipliği ve Beykoz’da mâliye müdürlüğü yapıp ardından inzivaya çekilen Hacı Ârif, İran büyükelçisinin Sultan Hamid nezdinde mürâcaatta bulunarak kendisini Tahran’a göndermek istemesi üzerine hatırlanmış ve onu göndermek istemeyen Sultan tarafından kolağası rütbesiyle Mızıka-i Hümâyûn’a tekrar alınmıştır. Bu devrede eski pâdişahlar gibi samimiyet kesbedemediği Abdülhamid’in huzurda yeni şarkılarını dinleme taleplerini ilkinde hastalığını bahane göstermek, ikincisinde ise “Sanatta irâde-i hümâyûn” olmaz demek sûretiyle reddetmiş ve bu sebeple elli gün odasına hapsedilmiş, mahbesinden kurtulması ise yeni bir bestesini sermüezzin Rifat Beyin huzurda okumasıyla mümkün olmuştur.
Hacı Ârif Bey, 19. asır gibi, Türk mûsıkîsinin en yüksek himâyeyi gördüğü, önde gelen mûsıkîşinaslar arasında pâdişahların yer aldığı bir dönemin bitip, Batılılaşma etkilerinin arttığı; fakat yine de mûsıkî zevkinin olgunlaşıp başkente yayıldığı bir devrenin ve anlayışın adamıdır. İçinde yer aldığı, eskiyi temsil eden Mehterhâne’nin yerine kurulan, Mızıka-i Hümâyûn gibi bando ve orkestraların da her ne kadar fasl- atîk denilen Türk mûsıkîsi bölümleri olsa da bu tesirlerde belirli bir payı olduğunu kabûl etmek gerekir. Nitekim bu etkide Donizetti Paşa’nın yeri de önemlidir. Hacı Ârif’in başını çektiği ve daha ziyâde şarkı formuyla ifâdesini bulan ve Romantizm veya Neoklâsik olarak adlandırılan mûsıkî anlayışı klâsik üslûbu savunanlardan tepki görmüş; lâkin klâsik müziğimizin sıkı kâideler etrâfında şekillenen ağır ve mistik formları karşısında daha yalın ve basit bir form olan şarkı öne çıkmaya başlamış ve eski büyük formlara rağbet azalmıştır. Önceki mûsıkîşinasların da kullandığı; fakat Hacı Ârif’in bini aşkın ürünüyle ritim ve melodi açısından muazzam bir çeşitlilikle tebârüz eden bu form, zaman içinde Türk mûsıkîsinin en çok kullanılan formuna dönüşmüştür. Hacı Ârif, bu tesiri bir tarafa bırakılırsa çok büyük ve velûd bir bestekârdır. Bir gecede sekiz şarkı bestelediği, Sultan Aziz’in verdiği bir güfteye yedi ayrı makamda beste yaptığı bilinen sanatçı, Dede Efendi’den sonra, her ne kadar onun temsil ettiği klâsik mûsıkîden uzaklaşmanın köşebaşında yer alsa da, Türk müziğinin 19. asırda yetişen en büyük adamıdır.