Arapça, yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere, belirli bir süre için koyması. Allah ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek, kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla Allah’a verip, O’ndan gayri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.
Halvet; Hz. Peygamber (s)’in vahy gelmeden önce Hira’da uzlete çekilme uygulamasından doğmuştur. Hz. Musa’nın, Tûr’daki kırk günlük, Allah ile olan özel görüşmesinden esinlenilerek, halvet genelde kırk güne hasredilmiştir. Bu kırk güne bağlı kalınarak, halvet’e erbain ve çile (çihil) de denmiştir. Ancak halvetin ana espirisi; düşünceyi Allah’tan gayri herşeyden uzak tutmaktır. Bir kimse, bir ömür boyu halvette kalsa, kafası dünyevî düşüncelerle meşgul olsa, ona halvettedir denmez. İşte bundan hareketle, özel bir yere çekilmeden, halkın içinde, (halvet der-encümen) sürekli Allah tefekkürünü korumaya muvaffak olan kişilere de, halvet yapıyor, tabiri kullanılabilir. Nur süresindeki “ticaretin ve alışverişin, Allah’ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler” (Nur/37) âyeti ile bu hususa işaret olunur. Halvet, bütün tarikatlarda bulunan ve kökü çok eskilere dayanan bir uygulamadır. Uygulama şekli, üç aşağı beş yukarı şu şekildedir: Halvet, genellikle dergâhtaki özel odalardan birinde yapılırdı. Şeyh, halvete koyacağı dervişi bu odaya götürür, içeri sokar, dua eder, dervişi orada bırakarak dışarı çıkar, bu şekilde uygulama başlamış olurdu. Yemek ve su hergün muntazam götürülür ve bu günden güne azaltılırdı. Bazı tarikatlar, zeytinyağlı mercimek çorbası verirken, bazıları da çeşitli tuzlu yemek yedirir su içirmezlerdi. Yiyeceğin çeşidi konusunda farklı uygulamalar görülmekle birlikte, hepsinde, genellikle vejeteryan diyet, hâkim unsur olarak dikkati çeker. Kırk gün süre ile, bu durum devam eder. Mürid; abdest, tuvalet, cuma, bayram namazı gibi zaruri çıkışların dışında bütün vaktini, bu dar ve karanlık hücrede az uyku, bol tefekkür ve zikir yaparak insanlarla teması kesmiş olarak geçirirdi. Hatta uykuyu engellemek için, oturdukları yerlerde, boyun ve dizlerini bir kayışa bağlarlar, veya müttekâ (bir çeşit baston)’ya başlarını yaslayarak bir yere dayanmadan derin olmayan, yakaza türünden bir çeşit hafif tavşan uykusu ile yetinme cihetine giderlerdi. Şeyh arada bir gelir, müridin başından geçen özel durumlara göre, nefes eder ve ona yeni bazı zikirler verirdi. Bu süre içinde mürid, vücudundan tırnak ve kıl kesmezdi. Kırkıncı gün, şeyh odaya gelir, müridin bu sürede gördüğü rüyaları dinler, ardından şükür kurbanı kesilir ve bu şekilde mürid, halvetten çıkmış olurdu. Müridin yapacağı ilk iş, yıkanmak, tırnak ve kıl temizliği yapmak, elbise değiştirmek, kelle suyu ile pişmiş bir çorba içmek olurdu. O akşam, şükrâne olarak, fakir fukaranın karnı doyurulurdu. Ancak, günümüz Türkiye’sinde yaptığımız gözlemlere göre, bu uygulamanın pek kalmadığı söylenebilir. Allah’a vuslat, yani tefekkürde sürekliliği sağlayabilme özelliğine ulaşabilmek için, bu tür geçici süreli halvet uygulamaları, daima ön planda tutulmuştur. Hedef; zihnin Allah dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın elde edilmesidir. Bu durum, halvette sürdürülür. Her yerde Allah ile beraber olma bilinci, tasavvufta bu şekilde oluşturulmaya çalışılır. Ancak, halvet bu konuda yegâne metot değildir, bu iş için başka usuller de vardır.