“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).” (A’râf, 7/26)
Bu âyet bağlamında insanın sahip olduğu hayâ duygusunu ele alacağız. Hayâ, doğuştan insanlarda var olan ve onu diğer canlılardan ayıran en belirgin duygudur. İlk insan ve eşinin yüce Yaratan’ın emrine muhalefet (zelle) neticesinde karşı kar-şıya kaldıkları müeyyideler sürecinde de hayâ söz konusu olmuş köklü bir duygu-dur. İnsanlığın atasının hayatından bir kesiti teşkil eden bu sahne yüce kitabımız Kur’an’da şu şekilde dile getirilmektedir:
“Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.”
Bu ayette, bir yönüyle de insanın sahip olduğu hayâ duygusuna işaret edilmiştir. O günden bugüne değin en ilkel toplumlarda dahi insanlar, gerek Allah’a gerekse toplumun diğer bireylerine karşı bazı tutum ve davranışlardan hayâ duygusu gereği uzak dururlar. Bu yönüyle hayâ, insanlığın ortak değer ve kabullerindendir. Yukarıda metin ve mealini verdiğimiz ayette yer alan “Libâsu’t-takvâ- ى َّْا سُ َِوَ -Takva elbisesi…” ifadesi, hemen bütün müfessirlerce insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun ruhunu bezeyip ahlakını koruyan hayâ şeklinde yorumlanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s), hayâ ile iman arasında önemli bir ilişkinin bulunduğuna dikkat çekmiş ve hayâyı imanın bir şubesi olarak nitelendirmiştir:
“İman yetmiş/altmış küsur şubedir. En üst derecesi ‘lâ ilâhe illallah’ demek, en alt dere-cesi de geçenlere zarar verecek şeyleri yoldan gidermektir. Hayâ da imandan bir şubedir” (Müslim, “İman”, 58) hadisi, bu ilişkinin anlamlı bir ifadesidir. Bu hadisi esas alarak, hayâsız bir kişinin imansız olduğunu ifade etmek şüphesiz isabetli değildir. Şu ka-dar var ki bu tür ifadeleri içeren hadisler genelde bu konumdaki kişilerin “olgun bir mümin” olmadıkları ya da olamayacakları şeklinde yorumlanmaktadır.
İnsan; sağduyusu, inancı ve hayâ duygusu ile nefis ve şeytanın kötü telkinleri arasında mücadele hâlindedir. Allah inancı sağlam ve hayâ duygusunu yitirmeyen insan, iyilik ve güzelliklere yönelir, kötülük ve haramlardan uzak durur. Buna karşı-lık iman ve inancı zayıf, hayâ perdesi yırtılmış ya da aşınmış, nefsine ve şeytana ye-nik düşmüş insan, kötülük ve haramları kolayca işleyebilir. Bu konumdaki insanlar-dan bazısı, ne Allah’tan ne de insanlardan çekinir. Hz. Peygamberin, “Utanmadıktan sonra dilediğini yap” (Buharî, “Edeb”, 78) buyruğu, hayâ duygusunu yitirmiş kişilerin kötülükleri kolayca yapabileceğine işaret etmektedir. Ayrıca bu hadis, “yapacağın bir işten ya da bir eyleminden, Allah veya toplumdan utanmayacaksan, rahatsızlık hissetmeyeceksen yapmaya karar ver” mesajıyla da kişinin davranışlarına yön ver-mektedir. Şöyle ki, kişi eyleminden önce yapacağı işin sosyal konumu, toplumsal değer yargıları ve inancıyla uygunluk arz edip etmediğine bakacak sonra da o işi yapmaya karar verecektir.
Hayâ ile iman, hayâ ile eylem arasında var olan ilişkiler, temelde insanın Allah’tan hayâ etmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Hayâ duygusunun esası, kısaca Allah’tan hayâ etmektir, denebilir. Allah’tan hayâ etmek, O’nun emirlerine karşı gelmekten, yasaklarını çiğnemekten kaçınmak şeklinde dışa yansır. Bu yansımanın temelinde, kulun; Allah’ın istemediği bir iş ve hâl üzere bulunmaktan uzak durma-sı vardır. Allah’a karşı olan hayâsı, Yusuf (a.s)’u fuhuş ve kötülükten korumuştur. Bir defasında Hz. Peygamber, “Allah Teâla’dan gerektiği gibi hayâ ediniz” buyurmuş, kendisine, “Ey Allah elçisi! Allah’tan gereği gibi ne şekilde hayâ edebiliriz?” sorusu yöneltilmişti. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü; başını ve başında yer alan organları, karnını ve karna bağlı organı koruyan, dünya hayatının süsüne kendini kaptırma-yan, ölümü ve çürüyüp yok olmayı unutmayan kimsenin Allah’tan gereği gibi hayâ etmiş olacağını haber vermiştir (Tirmizî, “Kıyâme”, 24).
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, hayâ duygusu, her şeyden önce bir kişilik zaafı değil, aksine erdemlilik ve fıtratın gereği bir duygudur. Bu duygu, kişinin davranış-larına yön vermede ve kişiliğini ortaya koymada adeta bir mihenk taşı niteliğinde-dir. Dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan Müslümanların özellikle milletimizin binlerce kilometre ötelerde bulunan Beytullah’a doğru ayak uzatmayı, abdest boz-mayı çirkin kabul etmelerinin, Kur’an’ın asılı bulunduğu ortamlarda hareketlerini sınırlamalarının temelinde şüphesiz hayâ duygusu yatmaktadır.