Arapça. Korkmak ve sakınmak manasınadır. Tasavvuftaki hallerden birinin terim olarak ifadesidir. Tasavvufta makam; kalıcılık, mücâhede ile kazanma, bir öncesi elde edilmeden sonrakine geçememe gibi belli durakları gösterir: Fakr, sabr, zühd, tevekkül gibi. Haller ise; kula mevâhib olarak gelir, yani, kulun çabasından çok Allah’ın ihsanı ve atâsıdır. Daima çifter çifter gelir: Kabz-bast, havf-recâ, heybet-üns, fenâ-bekâ gibi. Hâlin bir özelliği de, şiddetli heyecan durumuna, yani vakte bağlı olmasıdır. Bu durum vâki olmadan gerçekleşmezler: Diğer bir ifâde ile, hâllerin dinamik bir karakteri vardır ve tasavvufî ruhî yükselişin gerçek hareket ettiricileridir. Ruhî yükseliş ancak bunlarla gerçekleşebilir.
Tasavvufî bir hâl olarak heybet; bir kimsenin veya bir şeyin hadd-i zâtında azametli, celalli, yahut korkunç olmasından sakınıp korkmak veyahut azamet, dehşet, celâl ile veya ululukla korku vermek mânâsına gelir. Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi heybet hâlinin eşi üns hâlidir.
Hucvirî, bu hususa açıklık getirirken şöyle der: Heybet ve üns, Hak yolunun sâliklerinin ve fakirlerinin hallerinden ikisidir. O da şu şekilde olur: Allah, kulunun kalbine celâl şahidi ile tecellî edince kulun bundan payı heybet olur. Cemâl şahidi ile kulun kalbine tecellî edince de, bu sefer onun bundaki nasibi üns olur. Bu suretle, heybet ehli olanlar, O’nun celâlinden meşakkat ve yorgunluk üzere bulunurlar. Üns ehli olanlar ise, onun cemâlinde neş’e içindedirler. O’nun celâlinden muhabbet ateşinde yanan bir kalp ile, O’nun cemâlinden müşahede nurunda pırıl pırıl ışıldayan bir kalp arasında fark vardır.
Üçüncü devir Melâmîlerinden sayılan ünlü Nakşî şeyhi Muhammed Nur (Arap Hoca), Minhâcü’r-Râgıbîn adlı eserinde konuya şu şekilde açıklık getirir: Heybet ve üns, kabz ve bast’ın üzerinde iki haldirler. Tıpkı kabz ve bast’ın, havf ve recâ’dan üstün olduğu gibi. Heybet, gaybetin gereği; üns ise, sahv ve ifâkat hâlinin gereğidir. Heybet ve üns, sadece iki hâldirler. Ancak, şahıslara ve makamlara göre, bu şeylerin isimleri değişir. Nefs-i emmâre ve levvâmede bulunan kişi, bu ikisiyle sıfatlanınca, havf ve recâ adını alırlar. Nefs-i mülhimede bulunan kişi sıfatlanınca kabz ve bast, râdıye ve mardıye ve mutmainnede bulunan kişide heybet ve üns adlarını alırlar. Nefs-i kâmilede bu isim celâl ve cemâl olur. Havf ve recâ mübtedîler (başlangıç durumundakiler); kabz ve bast mutavassıtlar (yolu yarılıyanlar); heybet ve üns kâmil (olgunlaşmış kişi); celâl ve cemâl halife (yeryüzünde Allah’ın temsilcisi) içindir.
Kuşeyrî de bu anlatıma yakın bir tarif ile heybet ve üns’ün kabz ve bast’tan, bu ikisinin de, havf ve recâ’dan üstün olduğunu söyler. Yine ona göre, heybet kabz’dan daha yüce, üns ise bast’tan daha mükemmeldir. Heybet’in hakkı gaybettir. Yani her heybet sahibi, aynı zamanda gaybet sahibidir. Bunların heybeti, gaybeti ölçüsünde farklılık arzeder. Üns’ün hakkı da ayıklık (sahv)tır. Her üns sahibi ayıktır.
Bu teorik muhtevalı tariflere, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, çeşitli bazlarda açıklamalı örnekler getirilir: Marifet sahibi olanlara göre, Üns’ün en aşağı derecesindeki kişi, cehenneme atılsa bile, sahib olduğu üns hali kendisini kederlendirmez.
Cüneyd, şeyhi aynı zamanda dayısı Serî es-Sakatî’den bu konuda şunları nakleder: Kul öyle bir dereceye ulaşır ki, o anda yüzüne kılıçla vursanız hissetmez. Bu psikolojik olaya en güzel örnek Kur’ân-ı Kerim’de Hz.Yusuf kıssasındadır. Züleyha’nın hanım misafirleri, bıçakla ellerindeki meyveyi kesmekle meşgul iken, birden karşılarına çıkan Hz. Yusuf, onları güzelliğiyle büyülemiş, neticede hepsi ellerini kesmişti: “Kadınların kendisini yermesini işitince, onları davet etti. Koltuklar hazırladı, geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi. Yusuf’a, yanlarına çık, dedi. Kadınlar Yusuf’u görünce şaşırıp ellerini kestiler ve Allah’ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak güzel bir melektir, dediler” (Yusuf Suresi/31). Tefsirlere göre, kadınlar ellerinin kesilmesinden kaynaklanan acıyı, hissetmemişlerdir.
Yine Hz. Musa’nın, Allah dağa tecellî edince, Tûr-ı Sînâ’da kendinden geçmesi olayı, bir başka Kur’ânî örnektir:” Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-ı Sînâ’ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca”Rabbim, bana (Kendini) göster: Seni göreyim’ dedi. (Rabbi), ‘Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse Sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi, o dağa tecellî edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim, Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” (Araf/143).
el-Yafiî, bu tür örnekleri Kur’ân-ı Kerim dışına taşırarak daha da müşahhas hâle getirir. Şimdi bu örnekleri görelim:
Bazı adamlar vardır ki, namazda uzuvları kesilse haberleri olmaz. Hz. Ali’nin ayağına batan okun, namaz esnasında çıkarılışında acı duymayışı bir başka örnektir.
Zünnûn-ı Mısrî, heybet hâlinin canlı bir misâlini bize şöyle nakleder: Cebel-i Lübnan’da, bir mağarada, dağınık tozlu saçları, bembeyaz başı, zayıf nahif vücudu ile namaz kılan bir Allah dostu gördüm. Namazı bitirince ona selâm verdim, selâmımı aldı, tekrar namaza durdu. Epey bir zaman namazda kaldı. Bitirince de sırtını bir taşa yaslayıp teşbihe başladı. Benimle konuşmuyordu. “Allah sana rahmet etsin” dedim “benim için Allah’a dua et”. Cevaben “Allah yakınlığı ile sana enis olsun” karşılığını verdi. “Artırır mısın? diye rica ettim, bu sefer şu açıklamayı yaptı: “Oğulcuğum, Allah yakınlığı ile kimi ünsiyetine alırsa, ona dört özellik verir: 1. Aşiretsiz bir izzet, 2. Talebsiz bir ilim. 3. Malsız, mülksüz bir zenginlik, 4. Cemâatsiz bir üns”. Sözünü bitirir bitirmez bir nara attı. Üçgün baygın kaldı. Sonunda iyileşip kendine geldi, ayağa kalktı, abdest aldı. Sonra bana dönerek, kaç vakit namaz geçtiğini, sordu. “Üç gün” deyince, baygınlığının sebebini şu beyitle açıkladı:
Sevgili, şevkimin rüzgârını anınca
Sevgilinin anısı tamam oldu, aklımı giderdi.
Bazı sufîler heybetin; azaba, hicrana ve cezaya yakın olduğunu, ünsün de, vuslat ve rahmetin sonucu şeklinde anlaşılması gerektiğini ifâde ederler. Bir kısım sufîler de, üns için cins birliğinin şart olduğunu, Allah ile kulun aynı cinsten olmadığını, bu yüzden de her ikisinin arasında üns bulunamayacağını ileri sürerler. Bir kısmı da, buna karşı çıkarak şu cevabı verir: “(De ki) Ey kullarım, bugün sizin üzerinize korku yoktur. Sizler mahzun olacak da değilsiniz” (Zuhruf/68) Allah bu şekilde buyurduktan sonra, Hak ile üns imkansızdır diyenlere şaşarız. Kul bu lütfü görünce, mutlaka O’nu sever. O’nu sevince, O’nunla ünsiyet eder. Çünkü dosttan heybet bîgâneliktir. Üns ise vahdettir, birliktir, insanoğlunun sıfatı, kendisine nimet verenle üns halinde olmaktır. Bize Hak’tan gelen bunca nimetler vardır. Heybetten bahsetmemiz halinde, Allah hakkında marifet sahibi olmamız bizim için mümkün değildir.
Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, bu iki görüşün doğru olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyerek, bunu şu şekilde açıklar:
“Çünkü heybet sultanı nefs, onun hevâ ve hevesi ve beşeriyetin fâni kılınması hali ile bulunur. Üns sultanı sır, sır da marifet beslemek hali ile beraber bulunur. Allah, celâl tecellîsi ile dostların nefsini fânî kılar, cemâl tecellîsi ile de onların, sırlarını bakî kılar. Fena sahibi olanlar, heybet öncedir, derler; beka ehli olanlar da, üns, üstündür derler.
Yukarıda anlatılan olaylardan, heybet halinin tahakkuku sırasında çok derin bir psikolojik hissediş bulunduğu anlaşılmaktadır. Riyâzu’s-Sûfiyye’nin bu hâli açıklaması şöyledir: “Heybetin hakkı, gaybet yani huzurdan uzaklaşma olmasıyla her bir hâib (heybet sahibi) gâib (gaybet sahibi) dir, yani gayr-i hâzırdır. “Yukarıdaki beytin ikinci mısraında da anlatıldığı gibi, heybet, aklın aşıldığı bir haldir. Zira, Allah’ın celâl tecellîsi ile sûfînin aklı gitmiştir. Artık bu durumda sufî, aşkının tecrübesini yaşamaya başlamıştır. Olayın kabaca teknik izahı budur. Heybet (veya gaybet) halinde yaşanılan tecrübe veya tecrübeler, sûfînin ayıklığa yani akıl tavrına dönüşünde, üç boyutlu şehâdet âleminin sembolleriyle açıklanmaya kalkışılınca, anlatımın yetersizliği sebebiyle bazı sıkıntıların zuhur ettiği görülür. Aşkının tecrübesi, süreklilik halinde mekansızlık gibi özellikleri taşırken, şehâdet alemindeki tecrübeler, aklın analizliyerek parçalar hâlinde kavraması, durağanlık, zaman ve mekan içinde oluş gibi vasıflarla (yani diğerinin tam zıddına) sıfatlanmıştır. Bu derin ayrılık sebebiyle aşkının tecrübesi tam olarak anlatılamaz.
Bu konuda dikkati çeken önemli bir husus, tüm hallerde geçerli olan çifter çifter gelme durumu, heybet-üns ikileminde de görülür. Yani, her heybeti bir üns takip eder.
Heybet; yer yer korku, gaybet, heyecan sıkıntı, yorgunluk, vahşet vb. negatif muhtevalı psikolojik kavramlarla açıklanmaktadır. Bu da, noksanlık ifâde eden bir durumdur.
Heybet; türediği kelimenin yapısına uygun olarak, tasavvufî terim alanında benzeri bir fonksiyonu üstlenmiş görülmektedir.