Hüseyin Kazım Kadri kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

8 mins read

Beyoğlu’nda dünyaya gözlerini açan H. Kâzım Kadri, C. Kutay’a göre, mütefekkir olmayı yüksek makamlara gelmekten daha üstün kabul etmiş nâdir şahsiyetlerimizdendir. Babası Trabzon valilerinden Kadri bey, oğlunun eğitimine büyük bir ehemmiyet vermiştir: H. Kâzım Kadri, sırasıyla Beyoğlu Sıbyan Mektebi, Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi ve babasının tâyini sebebiyle taşındıkları İzmir’de İngiliz Ticâret Mektebi’nde eğitim görmüş; akabinde Aydın Vilâyeti Muhâsebe Kalemi (1887), Mâliye Nezâreti Mektubî Kalemi (1890), Hâriciye Nezâreti Umûr-ı Şehbenderî Kalemi (1895) gibi memuriyetlerde çalışmış, Tiflis şehbenderliğine tâyinini annesinin muhalefeti sebebiyle reddedip Mâliye Nezâreti’ndeki görevine geri dönmüştür. Bir süre Darüşşafaka’da astronomi hocalığı dahi yapan H. Kâzım Kadri, aynı senelerde ziraatla uğraşmış ve 29 Nisan 1897’de Servet-i Fünûn mecmuasında başladığı bir yazı dizisini bilahâre bir kitap haline getirip bastırmıştır. 1902’de Mâliye’deki işinden de ayrılan H. Kâzım Kadri, II. Meşrûtiyet’in ilânına kadar resmî bir görev almamıştır. Hüseyin Kâzım’ın, Tevfik Fikret, Mehmed Âkif Ersoy, Ziyâ Gökalp, Hüseyin Câhid Yalçın, Abdullah Cevdet gibi isimlerden müteşekkil renkli bir çevresi vardı. Mutlâkiyet devrinde Hüseyin Câhid Yalçın ve Tevfik Fikret ile Yeni Zelanda’ya taşınmaya ve bir köy kurmaya teşebbüs etmişler; fakat bu teşebbüsleri akim kalmıştır.

Hüseyin Kâzım Kadri’nin adına, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teşekkülüne taalluk eden bazı rivâyetlerde rastlanır. Kendisi, II. Meşrûtiyet’den evvel girdiği cemiyette bilahare merkez-i umumî üyesi olmuştur. Meşrûtiyet’in ilanından sonra Hüseyin Câhid Yalçın ve Tevfik Fikret ile meşhûr “Tanin” gazetesini çıkarmış, Serez mutasarrıflığına tâyini çıkınca, imtiyâzını 1909 yılının Şubat ayında gazetenin başmuharriri Hüseyin Câhid’e devretmiştir. Hüseyin Câhid’in tâbiriyle, bütün malî işleri o tertip etmiş idi. Serez mutasarrıflığından sonra Halep valiliği (1910), İstanbul şehreminliği (1911) ve İstanbul vali vekilliği görevlerine getirilen Hüseyin Kâzım’ın, meslekî kariyerine 1912’de Selânik valiliği de eklenmiş, aynı sene “sopalı seçim” adıyla mâruf meşhûr seçimlerde Saruhan (Manisa) mebûsu seçilmiştir. Muhalifleriyle cedelleştiği gibi, kendi fırkasını eleştirmekten de çekinmeyen, adâletten ayrılan idârecilere karşı cesur, mücâdeleci tavırlarıyla tanınan Hüseyin Kâzım, birçok siyasî polemiğe girmiş ve kalemini “âteşîn” bir şekilde oynatmıştır. 1912’de âilesiyle birlikte Beyrut’a taşınıp burada Türkoloji sâhasında ilmî faaliyetlerde bulunmuş ve Harb-i Umumî’nin nihâyetine değin orada kalmıştır.

 Eserleri ile makâlelerinde “Türkçülük”, “Osmanlıcılık” ve “İslâmcılık” izlerine rastlansa dahi, umumî mânâda “İslâmcılık” tarafının ağır bastığı âşikârdır. “Biz en evvel Müslüman, sonra Türküz!” der. 1933’de kaleme aldığı Ziyâ Gökalp ve Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, Türk milliyetçiliğinin meselelerini tartıştığı ve Türkçülüğün bânilerinden Ziya Gökalp’ı tenkid ettiği görülür. Ona göre Türk birliği yahut İslâm birliği gibi siyasî birlikler bir “hayâl-i muhâl”den ibarettir, zaten “idâre-i hâzıra” (Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti) ve “hâl-i hazır” bu tarz siyasî fikirlere imkan vermeyecektir. Ayrıca yine ona göre; müslümanlar arasında siyasî bir bağdan ziyâde dinî bir bağın olduğunu, yaşanan vak’alar kadar tarih de ispat etmiştir. H. Kâzım Kadri, sadece mânevî mâhiyeti olacak bir “İttihâd-ı İslâm” fikrini tesâhüp ederek, dinden tefrik edilmiş bir nasyonalizmi “muzırr” bulur. Arnavutluk, Yemen gibi imparatorluk topraklarındaki problemlerin daha da büyümesindeki sebebi İttihat ve Terakki iktidârının Türkçülük siyâsetinde görür. Harb-i Umûmî yıllarında tatbik edilen Turancılık siyâseti ise, yine kendi ifâdesiyle, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” darb-ı meseliyle eşdeğerdir. (Bunlara çeşitli de eserlerinde değinir.) Ziyâ Gökalp’ın ümmet ve millet târiflerini eksik ve hatâlı bulur. H. Kâzım Kadri, Türk’ün içtimâî hasletlerini ırkından değil, İslâmiyet’ten aldığı kanaatindedir. Bunlarla birlikte daha evvel kaleme aldığı yazılarında, her ne kadar dinî çerçeveden ayrılmamaya gayret gösterse dahi  – meselâ 1912’de neşredilen, Arnavudlar Ne Yaptılar? adlı risâlesinde – fevkalâde şedîd bir milliyetçilik müşâhade edilebilir. Bu küçük eserde, “Koca Rumeli elden gitti… Müslümanlar ağyârın ayağı altında kaldı. Altı yüz senelik bir devlet temelinden sarsıldı… Âlem-i İslam yerinden oynadı… Kan ağladı. Bunlara sebep Arnavutlardır. Dıraç’da atılan topların tarakası, bir zamanlar, şimdi ecnebî hükümdârı alkışlıyan o Arnavutlara ağuş-ı kabûl açan Darü’l-hilâfe’ye de aksettiği, içilen şampanyaların reşâşe-i teâtisi ile çıkarılan meserret-i âvâzeleri henüz samialardan zâil olmadığı şu sırada kalbi yaralı bir Türk diyor ki: Lânet sizlere!” sözleriyle, Osmanlı’dan ayrılan Arnavutları şiddetle takbih etmiştir. Yine daha evvel kaleme aldığı ve A. S. Levend’in aktardığı Türkçe ile ilgili makâlelerinden birinde ise, sonraları eleştireceği “Turancılık” gayretinin izleri görülür. “Türkistan-ı Çinî’den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi’ada mutemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te’min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle hissedeceğiz: çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı etrafında toplanmağa mecburdur. (…) bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan’ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî ve millî olmak üzere kabul etmek daha muvafık olur sanırım.”

Eserlerini umûmiyetle “Şeyh Muhsin-i Fânî” ism-i müstearıyla neşretmiştir. Meşrûtiyet ve Cumhuriyet devirleri ile ilgili hâtıralar kaleme almış, On Temmuz İnkılâbı ve Netâici (1924) hâriç hayattayken yayınlayamadığı hâtıra – meselâ Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, 1991’de neşredilmiştir – ve analitik eserleri ölümünden çok sonra ve bir kısmı sâdeleştirilerek yayınlanmıştır. Bunlar, “muhalif” bir muhtevâya sâhip oldukları için bâzı kesimleri rahatsız etmiştir.  II. Meşrûtiyet devrinde siyasî içeriğe sâhip dört adet risâle neşretmiştir. Hurâfe ve bid’atlardan arınmış, “modernist” bir din tasavvuruna sahip olmakla birlikte Mevlânâ ve Sâdî-i Şîrâzî’ye hayrandır. 1909’da yayınlanan, İslâmiyet’e ve onun içtimâî mesajlarına dâir Hak ve Hakikat, 1913 basımı, Felâha Doğru İslâmiyet’in Avrupa’ya Son Sözü ile aynı yıl neşredilen İstikbâle Doğru, Teşrî-i İnsanî ve İslâmî (1949’da İnsan Hakları Beyânnamesi’nin İslam Hukukuna Göre İzahı adıyla neşredildi) gibi eserlerinden başka, ziraat hakkında da birçok matbû eser meydana getirmiştir. Hatta Mehmed Âkif, Safahat’ında ondan;  “- Hüseyin Kâzım ́ı elbette bilirsin / – Kadri Bey zâde canım / – Hâ! Şu bizim Kâzım Bey.  / – O, zirâatle çok uğraştı, bilir çiftçiliği… / – Gördüm: Âsârı da var köylü için. Hem pek iyi…” mısrâlarıyla bahsetmiştir. Hüseyin Kâzım Bey, Nûru’l-Beyân (1924) adında bir tefsir çalışmasının da başında bulunmuş, lâkin eserde birçok fâhiş hata olduğu için tenkitlere mâruz kalmıştır.

Gençlik yıllarında Arapça ve Farsça öğrenen H. Kâzım Kadri, bu dillere Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve nispeten Latince ve Grekçe’yi de eklemiştir. Bu gayretin, aklına koyduğu bir proje için hazırlık olduğu görülüyor: 1895’de üç arkadaşıyla birlikte bir Türkçe sözlük hazırlamak üzere anlaşır, lâkin arkadaşları kendisini yalnız bırakırlar. Uzun uğraşlar ve tetkikler ile bu arzusunu ancak seneler sonra gerçekleştirebilmiş, Hazırladığı Büyük Türk Lûgatı, 1927 – 1945 yılları arasında – 1927 – 1928’de basılan ilk ikisi Arap harfleriyle olmak üzere –  dört cilt hâlinde neşredilmiştir. Eserde yalnız Türkiye Türkçesi değil, onunla birlikte doğu Türk lehçelerinden kelimeler de yer alır. Eser, Türkçe’nin doğu koluna âit kelimelerde bazı hatâlar ihtiva etse dahi, Türk lûgatçılığı açısından bir temel taşı, müellifinin ise “şâheseri”dir ve birçok övgüye mazhar olmuştur. Vefâtından bir sene sonra, Şevki tarafından, 1935’de neşredilen “Hüseyin Kâzım Bey” biyografisinde Türkçe’ye, Türk lehçelerine olan vukûfiyeti, ilmi takdir edilmiştir. Türkolojiye taalluk eden Mahdumkulu Divanı ve Yedi Asırlık Türkçe Bir Manzûme (1924) tab’ı dışında, birçok makâleye mâliktir.

 Millî Mücadele yıllarında İstanbul’da ikâmet eden H. Kâzım Kadri, Aydın mebûsu olarak Meclis-i Mebûsân’da “Mîsâk-ı Millî”nin kabulü için mühim bir rol oynamış ve Tevfik Paşa hükûmetlerinde uhdesine çeşitli nâzırlıklar verilmiştir. 1920 yılında Ankara hükûmetiyle görüşmek üzere gönderilen heyete katılmış, Millî Mücâdele’nin bitmesi ve Cumhuriyet’in ilânından sonra ise siyasetten çekilerek resmî bir görevde bulunmamayı tercih etmiş; banka ve şirket idâre meclisi üyesi olarak hayâtını sürdürmüştür. Hayâtının son yıllarını, bugün restoran olarak işletilen, Beylerbeyi’ndeki yalısında geçiren Hüseyin Kâzım, sıhhat bulmak için gittiği Tarsus’da dünyaya gözlerini yummuştur. İstanbul’a getirilen naaşı, ikâmet ettiği yalının yakınlarındaki Beylerbeyi Küplüce Mezârlığına defnedilmiştir.

Göktürk Çakır

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe