20. asırda Türk milliyetçiliğinin en önemli ismi ve Galip Erdem’in ifâdesiyle “Türk birliğinin dev inançlı bekleyicisi” olan Atsız Bey, baba tarafından, deniz subayları yetiştirmiş bir âileden gelmiştir: Büyükbabası Hüseyin Ağa, Gümüşhane’nin Torul kazâsının Midi köyünde yerleşik Çiftçioğulları âilesine mensuptu ve askerliğini deniz eri olarak yapmak için geldiği İstanbul’da teskere bırakarak çarkçı kolağalığına kadar yükselmişti. Onun oğlu ve Atsız Bey’in babası olan Mehmed Nâil Bey de güverte binbaşılığına kadar yükselmiş bir deniz subayıydı. Atsız, Mehmed Nâil Bey’in, Trabzonlu Kadıoğulları âilesine mensup Fatma Zehra Hanım’la 1903’te gerçekleşen evliliğinden dünyaya gelen üç çocuğun en büyüğü olarak İstanbul’da doğdu. İlkokula, Latin harfleriyle eğitim verilen Kadıköy’deki Fransız Mektebi’nde başladı. Bu okulun bir yangınla harâb olmasından sonra bu defa yine Latin harfleriyle eğitim verilen Alman Mektebi’ne yazdırıldı. Trablusgarp Savaşı yıllarında, Malatya gambotuyla Süveyş’e sığınan babasının yanına gönderildi ve orada yine bir Fransız okulunda tahsilini sürdürdü. Mehmed Nâil Bey’in İstanbul’a dönmesiyle bu sefer Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Okulu’na yazdırıldı. Arap harfleriyle eğitime burada başlayan Atsız Bey, âilesinin Kadıköy’e taşınmasıyla tekrar okul değiştirerek Osmanlı İttihad Mektebi’ne gitmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Kadıköy Sultânîsi’nin rüşdiye kısmına devam eden Atsız, buradan İstanbul Sultânîsi’ne geçmiş, onuncu sınıftayken girdiği sınavda başarılı olarak Dârülfünûn’a kaydolmuş, ardından bir geçiş sınavıyla Tıbbiye’ye, orada girdiği başka bir sınavla da 1922’de Askerî Tıbbiye’ye girme hakkını kazanmıştır. Y. Hacaloğlu’ndan öğrendiğimize göre; 1921 – 1925 yıllarında haftalık bir mecmua ve bâzı günlük gazetelerde “H. Nihâl” ve “Askerî Tıbbiye öğrencisi H. Nihâl” imzâlarıyla yazılar yazan Atsız Bey’in, 1917’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin maddî desteğiyle çıkarılmaya başlanan, Malta’ya sürülene dek Ziya Gökalp’ın idâre ettiği Yeni Mecmua‘nın, Falih Rıfkı yönetiminde neşredilen sayılarından Kasım 1923 târihlisinde, “Suallerimiz ve Cevaplar” sayfasında Hüseyin Nihâl imzâsıyla bir mektubu çıkmıştır. Mektuptaki, “Umumî bir kongre olmalıdır. Türk ocakları içinde en iyi içtima salonuna mâlik olanında toplanılmalıdır. Bu kongrede bilhassa Türk ocaklarının ilerideki mesâisi münakaşa edilmelidir. Türk ocakları hakkındaki esâs fikirlerime gelince: Türk ocakları birleştirilmeli ve kendilerine bir merkez intihap etmelidir. Türk ocağı nizâmnâmesi bütün ocaklıların iştirâkiyle değişmeli ve yeni bir nizâmnâme yapılmalıdır. Türk ocakları mademki Türklüğün yükselmesine çalışıyorlar, o hâlde siyâsetle de meşgul olmalıdır. Çünki yükseltmek için ilim ve hars kâfî değildir… İtalya’da faşistlerin yaptığını bizde Türk Ocakları yapmalı, irtica ve komünizme karşı Türklüğü muhafaza etmelidir. Bugün hür yaşayan Türkler 10 milyonu geçmez. Hâlbuki, eğer son Rus istilâsı Türkistan ve Azerbaycan’ı büsbütün mahv etmediyse, 30 milyon Türk hür bir vatana mâlik değildir. Türk Ocakları bunu düşünmeli ve siyâsî bir cemiyet hâline geçerek mânen, bedenen, fikren, ilmen daha çok mesâi sarf etmelidir.” ifâdelerinden, Türkçülük fikri gibi, temel antitezlerinin de erken dönemlerde tebellür ettiği anlaşılmaktadır. Hüseyin Nihâl, Mesud Süreyya adlı Arap asıllı bir mülâzımın gereksiz yere istediği selâmı vermediği için 4 Mart 1925’te Askerî Tıbbiye’den çıkarılmıştır. Bu yüzden de, bâzı mektuplarında kendisinden “yarı doktor” olarak bahsetmiştir.
Askerî Tıbbiye’den çıkarıldıktan sonra, Kabataş Lisesi’nde birkaç ay muallim muavinliği yapan Atsız Bey, daha sonra Denizyolları’nın bir vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış, İstanbul – Mersin arasında birkaç seferde bulunmuştur. 1926’da Yüksek Muallim Mektebi’ne ve Dârülfünûn’un Edebiyat Şubesi’ne kaydolan Atsız, buradan Edirneli Nazmi’nin Dîvân’ının gramer ve sözlüğü üzerine hazırladığı bitirme teziyle 1930’da mezun olmuş, 25 Ocak 1931’de ise Fuad Köprülü’nün girişimiyle Türkiyat Enstitüsü’nde asistanlığa başlamıştır. Kısa bir süre sonra, 15 Mayıs 1931’de, ilk dergisi olan Atsız Mecmua’yı neşretmeye başlamış; dergide, kimi o sırada şöhretli, kimi ileride kendi sâhalarında temâyüz edecek isimlerle, daha ziyâde kültürel ve ılımlı bir Türkçülüğün ilmî çerçevede işlendiği köycü bir bakış açısı egemen olmuştur. Bu sıralarda, Ahmed Caferoğlu vâsıtasıyla, ilk olarak, 1924 – 1926 yılları arasında on iki cilt hâlinde neşrettiği Türk Tarihi adlı eserle yakınlık duyduğu, yurtdışındaki Dr. Rıza Nur’la yazışmaya başlamış; bu ilişki, Rıza Nur’un Türkiye’ye döndüğü 1938 Aralık’ından ölümüne dek (1942) sürmüş ve bu arada Atsız, 1940 yılında Rıza Nur tarafından resmen evlât edinilmiştir[5]. Ayrıca Atsız, Rıza Nur’un, o târihte yayınlanmamış; fakat büyük olasılıkla kendisinin gördüğü, Ziya Paşa’nın İkinci Zafernamesi adlı Atatürk hicviyesinden etkilenerek 1941’de, Atatürk ve çevresindekileri amagram isimlerle hicvettiği Dalkavuklar Gecesi adlı kısa ricâl taşlamasını yayınlamıştır.
Atsız, Temmuz 1932’de toplanan ve dâvetli listesinde adı olduğu hâlde katılmadığı Birinci Türk Tarih Kongresi’nde savunulan resmî târih tezine karşı ilmî çekincelerini belirttiği için bilhassa Dr. Reşid Gâlip’in hücûmuna uğrayan hocası Zeki Velidi Togan’ın lehine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın da bulunduğu diğer yedi arkadaşıyla birlikte, Gâlip’e bir protesto telgrafı çekmiş ve muhalif olarak mimlenmesine yol açan bu tavrı, Reşid Gâlip’in Maarif Vekili olduğu sırada, Atsız Mecmua’nın 25 Eylül 1932 târihli son (17) sayısında yayınladığı, Dârülfünûn hocalarının yetersizlikleri, câhillikleri ve esersizliklerini sert bir dille eleştirdiği bir yazısının da tuz biber olmasıyla, 13 Mart 1933’te Dârülfünûn’dan atılmasına yol açmıştır. Birkaç hafta sonra Orhan Şaik’le birlikte Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak, orada yaklaşık dört ay bulunduktan sonra edebiyat öğretmeni vazifesiyle bu defa Atsız Bey Edirne Lisesi’ne, Orhan Şaik Edirne Erkek Muallim Mektebi’ne, tâyin edilmişlerdir.
Edirne’de görevli olduğu yılların bir hâtırâsı; bir yaz tâtilinde, arkadaşlarıyla, asıl amaçları İstanbul’dan yürümek olduğu hâlde, yeterli vakitleri bulunmadığından, Sirkeci’den kalkan Selamet vapuruna binip Çanakkale’ye ve oradan motorla Kilitbahir’e çıkıp yaya olarak bütün savaş alanlarını dolaştıkları bir Çanakkale haccıdır. Bu geziye dâir anlatısını, 1933’te Çanakkale’ye Yürüyüş adıyla bastırmıştır. Edirne’de, Türkçülük yolundaki ikinci yayın çabası olarak, 5 Kasım 1933 târihinden itibâren 16 Temmuz 1934’e kadar dokuz sayı yayınlanacak ve yine Türk târih tezine dönük sert polemiklere giriştiği için, H. Âli Yücel’in Dâvam adlı eserinden öğrendiğimize göre, bizzat Atatürk’ün tâlimatıyla vekâlet emrine alınarak öğretmenlikten uzaklaştırılmasına yol açacak ve bir süre sonra da kapatılacak Orhun dergisini çıkarttı. Aynı zamanda bu dergide, 1935 yılında yayınlayacağı, Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar adlı eserini tefrîka etmeye başladı. Böylece, kendi târih tezini, daha önce Rıza Nur ve Mükrimin Halil tarafından kısmen ortaya konulmuş olan bütüncül bir bakış açısıyla sistemleştirmeye başladı. Ona göre Türk târihi, resmî tezin hilâfına, pek çok hânedan eliyle kurulmuş devletlerden değil, Doğu ve Batı Türkeli’nde egemen pek çok hânedan tarafından yönetilmiş iki devletten müteşekkildi ve hânedanları değil, devleti esas alarak anlatılmalıydı. Atsız’ın iyi bir târihçi olduğu kabulü, günümüz ve belki de yaşadığı dönemde gelişen târih anlayışları ışığında çok su götürür; zîrâ kendisi târihi, dünya görüşünün hizmetinde bir araç olarak gördüğünü açıkça beyân etmiş ve onu bir ilim olarak da benimsememiştir.
Atsız’ın, Edirne’de bulunduğu yıllarda, Yahudiler aleyhindeki yazılarıyla, kimileri tarafından bir pogrom olarak kabûl edilen, bölgedeki Yahudi cemaatine yönelik, 1934 Trakya Olayları’nın gerçekleşmesinde payı olduğu da dillendirilmiştir.
Daha sonra çeşitli okullarda fâsılalarla öğretmenlik yapan Atsız, 1939’da Tahsin Demiray’ın Ateş Çocuklar dergisinde, pek çok nesli etkileyecek ve Türkçülük yoluna girmelerini sağlayacak olan, Birinci Göktürk Kağanlığı’nın çöküşünü ve Türkler’in Kürşad liderliğinde bağımsızlık için isyân edişini destansı bir dille anlatacağı Bozkurtların Ölümü adlı romanını tefrîka etmeye başladı; fakat yayın yarım kaldı. Tamamlanması ve kitap olarak neşri, 1946 yılında gerçekleşecekti. Çok ilgi gören romanın, 1949’da Bozkurtlar Diriliyor adıyla devâmı neşredilecek, burada da II. Göktürk Kağanlığı’nın elli yıllık aradan sonra Kutluk Şad tarafından diriltilmesi anlatılacaktı. Ayrıca 1940 yılı içinde, 900’üncü Yıldönümü (1040 – 1940) adlı risâlesi ile Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanına karşı yazdığı İçimizdeki Şeytanlar adlı risâlesi ve Türk Edebiyatı Tarihi adlı küçük hacimli eserlerini yayınlamıştır.
Atsız, Boğaziçi Lisesi’nde Türkçe öğretmeniyken, daha önce Edirne’de çıkardığı Orhun’u, kaldığı yerden, yani onuncu sayıdan îtibâren tekrar neşretmeye başlamış, bu dergi de 1 Ekim 1943 ila 1 Nisan 1944 arasında yedi sayı yayınlanabilmiştir. Mart – Nisan 1944’te Millî Eğitim’deki komünist faaliyetleri ifşâ edip sorumluları istifâya çağırdığı ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitâben kaleme aldığı meşhur açık mektupları sonrasında derginin yayını durdurulmuş; öğretmenliğine son verilmesi dışında, ithâm ettiği Sabahattin Ali’nin kendisine açtığı dâvâ, 3 Mayıs 1944’te Ankara’da milliyetçi gençliğin sonradan Türkçüler Günü olarak anılacak nümâyişlerini ve adlî târihimize Irkçılık – Turancılık Dâvâsı adıyla geçecek yargılamaları doğurmuştur. İsmet İnönü’nün, ölmüş Rıza Nur’a hakaret ederek başladığı ve bu dâvânın bütün sanıklarını vatana ihânetle suçladığı 19 Mayıs 1944 nutkuyla mahkemeden önce mahkûm edilen ve pek çok işkenceden geçirilen Türkçüler, ancak Askerî Yargıtay’ın mahkeme kararını esastan bozmasıyla, Ekim 1945’te tahliye edilmişlerdir. Bu dâvâdan sonra uzun müddet işsiz kalan ve Türkiye Yayınevi’nde çalışan Atsız, bu dönemde, muahhar baskılarda genişleyecek olan şiirlerini Yolların Sonu (1946) adlı kitapta toplamış; Osmanlı Tarihleri I adlı derlemenin içinde, Ahmedî’nin, Dâstan ve Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman, Şükrullah’ın Behçetü’t-tevârih ve Âşıkpaşaoğlu’nun Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşaoğlu Târihi) adlı Osmanlı târih yazıcılığının erken metinlerini neşretmiştir.
Atsız, Dârülfünûn’daki sınıf arkadaşlarından Tahsin Banguoğlu’nun[6] Millî Eğitim Bakanı olmasıyla 1949 Temmuz’unda Süleymaniye Kütüphânesi’ne uzman olarak atanmış ve bir yılı biraz aşkın zaman sonra Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tâyin edilmiş; fakat bir Türkçüler Günü ihtifâli dolayısıyla 4 Mayıs 1952’de Ankara’da verdiği “Devletimizin Kuruluşu” başlıklı konferansta, millî târihe ilişkin kanaatlerini Türkçü bir bakışla anlatmasından rahatsız olan basının tezvirâtıyla öğretmenlikten “muvakkaten” alınıp tekrar Süleymaniye Kütüphânesi’nde görevlendirilmiş, bu “muvakkat” vazifesi emekli olacağı 1969 yılına kadar on yedi sene sürmüştür. Atsız, Süleymaniye Kütüphânesi’nde görevli olduğu yıllarda, çeşitli makalelerinden derleyerek Türk Ülküsü (1956) adlı kitabını yayınlamış, 1958’te önce Akşam gazetesinde tefrîka edilip aynı yıl kitaplaştırılan ve fetret dönemimize dâir acıklı bir şehzâde öyküsü olan Deli Kurt romanını neşretmiş, Ö. F. Akün’ün verdiği bilgiye göre, 1936’da bir sahafta görüp istinsâh ettiği ve daha sonra aslı Berlin’e götürülerek II. Dünya Savaşı’nın dağdağası içinde kaybolan, Bayburtlu Osman’ın Tevârih-i Cedîd-i Mirât-ı Cihân (1961) adlı eserini, ayrıca Birgili Mehmed (1966), Mustafa Âlî (1967) ve Ebûssuud Efendi’nin (1968) bibliyografyalarını hazırlamıştır.
Atsız’ın çıkardığı son Türkçü dergi, 1964 – 1975 yılları arasında 143 sayı yayınlanan Ötüken dergisidir. 1972’de, son romanı olan ve daha önce ismini müstear olarak kullandığı; hayatı, kendi hayatıyla büyük oranda örtüşen Selim Pusat adlı askerlikten atılma bir monarşist subayın etrâfında gelişen sembolik ve tenâsuhî bir öyküyü anlattığı Ruh Adam’ı yayınlar.
Nasıl ki Gökalp ilmî ve metodlu gayretleriyle sivrilmişse, Atsız da, Türkçülüğünden ziyâde romantizmi ve ahlâkçılığıyla temâyüz etmiş bir erdem anıtıdır. Tabiî bu, Türkçülük târihinin en önemli figürü olduğu gerçeğine hâlel getirmez. Bu sebeple Altan Deliorman Bey, kendisi hakkında kaleme aldığı kitabında, cenâzesinden bahsederken haklı olarak “musalla taşında yatanın Atsız değil, Türk milliyetçiliğinin bir devri” olduğunu ifâde etmiştir. Büyük Türkçünün ebediyete intikâlinin üzerinden çok yıl geçmiş olmasına rağmen yarattığı romantizmin ve edebî kuvvetinin her yeni kuşağı etkilemeyi sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunda, şüphesiz bir ömür boyu sarsılmaz bir inançla ve yüksek bir ahlâkî salâbetle savunduğu fikirlerden inhirâf etmemiş olmasının; kendisini hiçe sayarak milletinin geçmişinde, hâlinde ve geleceğinde fenâfillah derecesinde benliğini eriterek varlığını gerçek anlamda O’na adamış olmasının payı büyüktür. Onun Türkçülüğü, Türk milletinin üstünlüğü fikrine dayalı bir ırkçı anlayış ile Türklüğün siyâsî birliğini hedefleyen Turancılık idealinin üzerinde yükselir. Bununla birlikte Atsız Bey, Avrupâî tarzda bir biyolojik ırkçılık gütmemiştir. Ona göre Türkçü, “Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.” Türk’ü, “Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu” olarak tanımlayan Atsız’da kan kadar bu içtimâî mensûbiyet şuuru da önemlidir. Atsız Bey’in Türk târihine ve onun eski çağlarına olan romantik ilgisi bilinmektedir; fakat ilmî çalışmalarının hemen tamamı Osmanlı târihine dâirdir. Ayrıca Osmanoğulları pâdişahlarına derin ihtirâm duyduğu gibi, cumhuriyetin devr-i sâbık yaratma gayretiyle karaladığı bu âilenin büyüklerini Rıza Nur’un Tanrıdağ dergisinde yayınlanan “Osmanlı Padişahları” yazısıyla açıkça ilk savunan, 1947’de Kemalist adlı bir dergide Yıldırım Bâyezid ve Fatih Sultan Mehmed’e yönelik hakâretleri “Milli Mukaddesat Düşmanları” başlıklı yazısında sert bir dille eleştirip onlara saygıyı millî mukaddesâtın gereği gören ve en fazla tenkîde uğrayan pâdişahlardan Sultan (II.) Abdülhamid’i, “Gök Sultan” başlıklı yazısıyla târih önünde tezkiye eden de ilk odur. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu’nun, babasına ilişkin, Hayat Tarih Mecmuası’nda tefrîka edilen hâtırâlarının editörlüğünü de İsmâil Hâmi Dânişmend’le birlikte Atsız Bey yapmıştır.
Atsız, “Sona Doğru” şiirinde “Dünya denen mezellete dalsın her isteyen / Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim” mısrâlarında belirttiği gibi, Türklüğün yirmi asrının içinde yüzen bir ülkü ve adanmışlık devidir. O, Adile Ayda’nın ifâdesiyle, “yüzyıllar geçtikten sonra bile ilham kaynağı olacak bir milli şuur abidesi” hâlinde, “tarihin Altaylar’a ve Tanrı Dağı’na uzanan âhiret bahçesinde” hâlâ nesiller üzerindeki etkisini sürdürüyor.
Göktürk Ö. Çakır