Gökalp tarafından “Yalavaç” titriyle taltif edilen Hüseyinzâde Ali, 1864 yılında Bakü’nün Salyan kasabasında doğdu. İlköğrenimini burada tamamlayan Ali, yükseköğrenimi için Petersburg’a gitti. Burada Ulum-u Tâbiiye Fakültesini bitirdikten sonra İstanbul’a gelerek Askerî Tıbbîye’ye kaydoldu. Katılmış olduğu Türk-Yunan Savaşı dönüşünde Tıbbiye yüksekokuluna deri ve frengi hastalıkları profesör yardımcısı tâyin edildi. (1900). İttihat ve Terakki’ye mensup olduğu için bu görevde uzun süre kalamayarak 1903’te Kafkasya’ya gitti. Burada da Türkçülük mücadelesini sürdüren Ali, Azerbaycan mebuslarının Duma içine girmesini sağlayan heyetlerde bulundu ve o güne kadar yayınlanmasına izin verilmeyen Türkçe günlük gazetenin imtiyazını aldı. Hayat adını alan gazete onun dışında Ahmed Ağaoğlu, Ali Merdan Topçubaşıoğlu ile Zeynelabidin Tagiyev tarafından çıkarıldı. İki yıl boyunca başyazarlığını deruhte ettiği bu gazete “Azerbaycan Türkleri ve Rusya Müslümanları arasında çok önemli rol oynamıştır. Hayat gazetesi milletine hizmet etmek, onu ilimde, fende, siyasette kültür ve edebiyatta ileriye götürmek, Türk Milleti’ni refah ve saadete kavuşturmak ve İslâm dininin icaplarını lâyıkıyla yerine getirmek için kurulmuştur.” Bu Türkçe gazeteden daha önce Kafkas Türklerinin ülkü ve fikirlerini savunmak üzere Rusça yayınlanan Kaspi gazetesinin başyazarlığını yapmıştı. Hüseyinzâde, Kaspi ve Hayat gazetelerinden sonra yine başyazarlığını üstleneceği Füyûzat adlı bir dergiyi 1906 yılından itibaren yayınlamaya başlamıştı. 1910 yılında, II. Meşrûtiyet sonrası, Türkçülüğün dayanak noktası olarak görüldüğü ve bu nedenle önem atfettiği Türkiye’ye dönerek kurucularından olduğu İttihat ve Terakki Fırkası’nın “merkez-i umûmî” üyeliğine getirildi. Dört dilin hâricinde, 1875’te girdiği Tiflis Klâsik Gymnasium’unda Lâtince ve eski Yunanca’yı öğrenmiş, doktorluğun yanı sıra Petersburg’da fizik-matematik eğitimi de almıştı.
Turancılık Türk düşünürleri arasında yayılmaya başladığında bütün Ural-Altay halklarının birliği olarak değil, salt Türk halklarının bütünleşmesi biçiminde kabul ve fehmedilmişti. İlk olarak Macaristan’da ortaya çıkan Turan ülküsü fikriyle Türk Turancılığı arasındaki temel fark da buradan kaynaklanıyordu. Macar Turancıları bu durumu kabul etmeseler de “Turan coğrafyasının en parlak çağlarını Türklüğün ortaya çıkmasıyla yaşadığını” ifâde edip anlamaya çalışmışlardır. Hüseyinzâde Ali 1917 yılında Macaristan’daki Turan dergisinde yayınlanan ve ilk Macar Turancılardan Arminius Vambery’e ithaf ettiği şiirinde ise Pan-Türkçülük ötesinde bir Turancı ülkü ve Turan kardeşliğini savunmuş; Akçura’nın belirttiği gibi “Müslüman Türkler arasında -yukarıda bahsettiğimiz mânâ da dâhil olmak üzere- ilk Pan-Turanist” olmuştur: “Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvân / Ecdâdımızın müştereken menşei Turan / Bir dindeyiz, hepimiz hakperestân / Mümkün mü ki ayırsın bizi İncil ile Kur’an”
Yusuf Akçura’ya göre Hüseyinzâde Ali bu şâirâne Turancılığı ile 1908’den sonra Ziya Gökalp’ı yaratmıştır. Ali Canip Yöntem de ondan “Ziya Gökalp’a Türkçülüğü Aşılayan Adam” olarak bahsetmiştir ki kendisine soy ismi olarak “Turan”ı seçecek olan Ali’nin önemini kavramak ve yerini bilmek için bu nitelendirmeler bile kâfidir. Böylelikle Hüseyinzâde, Türkçülük fikrini hem kültürel hem siyasî sahalarda düşünmüş, ona kültürel çerçevenin ötesine ilk adımı atarak siyasal karakter kazandıran mütefekkir de olmuştur. Hüseyinzâde Ali sadece Türk veya Turan halklarının değil bütün Müslüman halkların mânevî yakınlıklarını kuvvetlendirmesi gerektiğine inanmış; bu bağlamda, mezhep taassubuna karşı çıkarak dinin esas kaynağı olarak Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli bulunacağını savunmuştur. “Üç Tarz-ı Siyaset”i de yayınlayan Türk gazetesinin, 24 Kasım 1904 tarihli 56. sayısındaki “Mektub-ı Mahsus” başlıklı yazısında “Müslümanlar ve Türkler… birbirlerini tanıyacak, sevecek, sünnîlik, şiîlik ve daha bilmemnecilik adlarıyla mezhep ayrımını azaltıp Kur’ân-ı Kerîm’i anlatmaya gayret edecek, dinin esasının Kur’ân olduğunu bilecek olurlarsa yetmez mi?” şeklinde yazmış, hassaten Türkler için birbirini tanımak, sevmek ve medenîleşmek yolunda yardımlaşmayı sağlamak üzere uğraş vermek gerektiğini ifade etmiştir.
Hüseyinzâde Ali’nin Bakü’de çıkarttığı Hayat gazetesinde yazmış olduğu yazıların en önemlileri şunlardır: “Türkler kimdir ve kimlerden ibârettir”, “Bize hangi ilimler lâzımdır”, “Yazımız, dilimiz ve birinci yılımız”. Bu makalelerde genel olarak Türk kavimlerinin bölünmüşlüğünden yakınan Ali, Rusya’daki halklara Tatar adı verilmesinin Türklüğü böleceğini ifade etmekte; Kırımlı, Kazanlı, Orenburglu vs.’nin hep Türkoğlu Türk olduğunu belirtmektedir. Makaleler arasında özellikle bir tanesi vardır ki bu da içeriğinde savunulan görüşlerle Gökalp’ı oldukça etkilemiş olan ve “Bize hangi ilimler lâzımdır” serlevhasını taşıyanıdır. Ona göre Türklere muasır ilişkiler gerekir. Asrîliği telkin ederek Müslüman-Türk kavimleri için Türkleşmek, İslâmlaşmak, “Avrupalılaşmak” iddiâsını ileri sürmüştür. 1905’te Türkiye dışında savunulan bu fikir 1911’de harâretli taraftarlar bulmuş ve Akçura’nın tâbiriyle “Türk âleminin her tarafına yayılmış, alel usûl meşrûtiyetten sonra İstanbul’da çok işlenmiştir”. Kimilerine göre bu üçlü düstur daha önce biraz belirsiz olarak Ali Suâvi tarafından savunulmuştu; lâkin hem Türkçülüğün uyanmadığı bir devirde yaşamış olması hem kesin sınırlarla tahdit edilecek muayyen bir fikri bulunmadığı için ona mâledilemez. Akçura’nın ifâdesiyle, “Türkçülerin faaliyetinde bir veche mâhiyetini haiz olan bu üçüz umdenin asıl babası Hüseyinzâde Ali’dir”. Ziya Gökalp önce makaleler hâlinde işleyip 1918’de bir kitapta topladığı bu terkîbi, “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” başlığıyla savunmuş, sosyolojik felsefi mânâda içini doldurmuştur. Hüseyinzâde’nin “Avrupalılaşmak” ilkesi yerine “Muasırlaşmak”ı kaim etmesine rağmen “Garp Medeniyetindenim” diyerek asrîleşme gayesinin yönünü tespitle özgün tezin son ilkesinde de Hüseyinzâde’ye bağlı kalmıştır.
Türk Yurdu gibi oylumlu bir derginin yanı sıra herkesçe benimsenen yalın bir dilin kullanıldığı ve pratik sorunlara yâhut eğitim konularına değinen bir dergi yayınlanması söz konusuydu, bu da “Halka Doğru” oldu. Osmanlı toplumunda havâs ile avam arasında büyük bir uçurum bulunması halkçılık fikrinin doğmasında mühim bir etkiye sahiptir ki Akçura’nın daha sonra açıklamış olduğu gibi Halka Doğru hareketinin kökeninde millî bilinç ve duyguların yalnızca aydınların ve memurların kafasında yer etmesinin yeterli olmayacağı, bu bilincin köylülere kadar ulaştırılması gerektiği görüşü yatmaktaydı. Milleti yüceltmek için bir anlamda onun geri kalmış kesimleri olarak addedilen halkı yüceltmenin lüzumlu olduğu fikri, formül olarak harekete ışık tutan düşünceyi ve başlangıcından itibaren halkçılık ile Türk Milliyetçiliği arasında var olan organik bağların ana hatlarını iyi ifade ediyordu.
Osmanlı Devleti’nde, halkçılık hareketinin kökeni konusu tartışmalıdır. Bazı kimseler Balkanlı yazar ve eğitimcilerin Osmanlı aydınları üzerindeki etkisine dikkati çekerken kimileri ise gerçeğe daha yakın bir düşünceyle halkçılığın Rusya’dan gelen göçmenler tarafından bu topraklara taşındığını ileri sürmüştür. Mikhailovski gibi Rus popülistlerinin tesiri yadsınamaz olmakla beraber Ziya Gökalp’a göre de “Halka Doğru” prensibini Türkiye’ye taşıyan, Hüseyinzâde Ali’dir. Nitekim 1912’de kurulan Halka Doğru dergisinin kurucuları arasında o da yer almıştır.
Hüseyinzâde Ali, Türkçe konusunda Arap harflerinin değiştirilmesi fikrini savunmamış, üstelik Arapça ve Farsça’nın lûgat hazinesinden faydalanmak lâzım geldiğini ifâde etmiştir. Ona göre, “Nasıl Rus, Fransız, İngiliz dilleri gibi yeni Avrupa dilleri Yunanca ve Lâtince gibi dillerden faydalanmakta iseler Türkçe de özellikle ilim terimlerini Arapça ve Farsçadan iktibâs etmelidir. Kaldı ki Türk şivelerinden biri olan Osmanlı dili bu yolla o kadar genişlemiştir ki en önce duyguları ifâdeye Arapça ve Farsçadan daha kudretli bir hâle gelmiştir. Şu kadar ki Türkçe, Arapça ve Farsça’nın yalnız sözlüğünden faydalanır. Onların gramer ve sentaksını, dil kaidelerini kabul etmez”. Hüseyinzâde örneklerle düşüncesini somutlaştırarak “fotoğrafa pertevnüvis, fonografa sadânüvis, telefona durşinev” denmesini ister. Batı dillerinden ve onların müşterek lisanlarından (Yunanca-Lâtince) geçen kelimelerin değil, ortak İslâm medeniyetine ait dillerden yeni kelimelerin türetilmesi gerektiğini savunur. İşte Ali’nin bu fikirleri de Gökalp’ı etkilemiş ve onun, “ümmetçilik programı”nda Arap hurûfâtını korumak gerektiği, hattâ türetilecek kelimeler ve terimler her dilde başka köklerden yapılırsa “dilde ümmetçilik” eksik kalacağından bütün İslâm milletlerinin kabul edeceği sözleri arayıp bularak terimleri ortaya çıkarmak lüzûmunu savunup bunun için terim kongreleri ihdas edilmesi teklifinde temel referans -belirtilmemekle birlikte- Hüseyinzâde olmuştur. Ayrıca Gökalp’ın “Türkçeleşmiş Türkçedir” kabulü de Ali’nin yukarıda alıntı yapılan “Gazetemizin Dili” adlı makalesinden doğrudan ilhâm almıştır.
Gökalp kadar velût olmamakla berâber ona Türkçülüğün temel ilkelerinin çoğunu vâ’zeden Hüseyinzâde Ali belki de faal bir insan olması dolayısıyla kitaplık çapta eserler verememiş; fakat pek çok mecliste Türk kavimlerinin hakları için mücadele etmiştir. Kendisini Ocak 1916’da Berlin’de toplanan bir kongrede ve yine benzer maksatlarla bulunduğu İkinci Enternasyonalin Stockholm Konferansında (17 Temmuz 1917) sosyalistleri, emperyalist Avrupa’nın, müslüman ve Türk düşmanlığına dayanan peşin görüşlerini benimsedikleri için eleştirirken görüyoruz. O, şüphesiz Gökalp kanalıyla tevzi edilen ilmî Türkçülüğün faal bir sîmâsıdır. Onun, insanlar üzerinde – tıpkı Gökalp’ın “yalavaç” nitelemesi gibi – bir “resûl tesiri” bıraktığını Abdullah Cevdet de belirtmiştir. Bu tesir, ileriki yıllarda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki rolünü açıklayan Samet Ağaoğlu tarafından “perde arkasındaki adam” olarak nitelendirilmesini sağlayacak kadar da büyüktür. A. Odabaşı’nın Ağaoğlu’ndan aktardığı gibi, Hüseyinzâde Ali, “bütün bir devrin gizli hayat kaynaklarından biridir.”