İbadet, Allah’a gönülden isteyerek yönelmek, tapmak, boyun eğmek ve itaat etmek demektir. Türkçemizde kullanılan kulluk etmek deyimi de aynı anlamı karşılamaktadır. İbadet, yaratıcı kudret karşısında boyun bükmenin zirvesi ve O’na olan sevginin sonucu ve göstergesi olarak değerlendirilmiş ve sırf Allah için, Allah’ın rızâsı için yapılması ve sadece Allah’a tahsis edil-mesi gerektiği belirtilmiştir. Gerçekten de yaratan, yaşatan ve öldüren Al-lah’tan başka, ibadete lâyık olan bir varlık yoktur. Hesap gününde muhatap olunacak olan “Neye taptınız?” ve “Ne için ibadet ettiniz?” sorusunu insan daima hatırında tutmalı ve bu dünyada iken “Allah’a tapıyorum ve ibadeti Allah için yapıyorum” diyebilmeli, bunu gönlünde hissedebilmelidir.
Esasen din duygusu gibi, belki de onun doğal bir gereği olarak ibadet ihtiyacı da fıtrî ve doğaldır. İnsanlık tarihi boyunca çeşitli dinler, insanın bu doğal duygu ve ihtiyacını gerçekleştireceği değişik biçim ve şekiller öngör-müşlerdir. Bu ibadet formları, dinin ritüelini yani ibadet ve âyin merasimle-rini oluşturur. Dinlerin öngördüğü ibadet biçimleri, zaten doğal olarak insa-nın yapısında var olan ibadet duygu ve ihtiyacının belli form ve biçimlere kanalize edilmesi ve o yolla sergilenmesi şeklinde anlaşılınca; ibadetin esasen dinin bir emri olmasından önce, fıtratın gereği olduğu, dolayısıyla da mesele dinler açısından ele alındığında ibadet şekillerinin önem kazandığı söylene-bilir.
Kur’an’da ibadete ilişkin emirler, şekil ve biçim olarak ibadete yönelik olmayıp, büyük ölçüde ibadetin mahiyetine, ibadetin kime yapılacağına ve nasıl yapılacağına yöneliktir. Hz. Peygamber de söz ve fiilleriyle, Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen ve ana çatısı oluşturulan ibadetlerin ayrıntılı biçimleme-sini yapmıştır.
Doğallığı ve fıtrî oluşu noktasından bakıldığında, ibadet için ferdin ihti-yacı ve eğitimi dışında bir amaç aramaya gerek bulunmamakla beraber, bireysel ve toplumsal motivasyon sağlamak, bireye moral dayanıklılık ka-zandırmak ve bazı sosyal yararlar elde etmek gayesiyle ona birtakım hik-metler ve faydalar atfedilebilir.
İbadetlerin sırf Allah’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gerektiği ve emir varken de hikmet aramaya gerek bulunmadığı düşüncesinde olan ve bu sebeple de ibadet için bir amaç ve yarar aramaya gerek olmadığını söyle-yen bilginler bulunmakla birlikte, bilginlerin çoğu, insanlar tarafından bilin-sin bilinmesin her emrin mutlaka bir hikmet ve maslahatı bulunacağını söylemişlerdir. Bu bakımdan emre muhatap olan kişinin, o emri yerine geti-rirken ondaki maslahat ve yararları, ne gibi amaçlar gözetilmiş olabileceğini düşünmesi ve ondaki hikmetleri anlamaya çalışması insanı farklı bir şuura ve farklı bir boyuta taşıyabilir.
İbadetin amacı üzerinde düşünürken onu bir tek boyuta indirgemek uy-gun değildir. Bu hem ibadetin mahiyeti hem de bu ibadeti yerine getirenlerin bulundukları mertebe ve seviye bakımından doğru değildir. Çünkü bir sevi-yedeki insan için ibadetin amacının, sadece imtihan ve deneme olması uy-gunken, başka bir seviye için ibadetin amacı nefsin terbiye edilmesi ve di-siplin altına alınması yoluyla insanın yükselmesi olabilmektedir. Belki daha üst bir seviye için ise Allah’a ibadet, bütün bu amaçların üstünde ve öte-sinde gönüller için üstün bir haz, bir zevk ve bir nimet, ruhlar için bir vuslat; kısaca insanın mutluluğu olacaktır. Meselâ Hz. Peygamber’in “Benim mutlu-luğum namazdadır” sözü, namazın öneminin yanı sıra, Resûlullah’ın na-maza atfettiği anlamı da göstermektedir. Çünkü ibadeti en üst düzey duygu yoğunluğunda ifa eden Hz. Peygamber için namaz, yüce yaratıcı ile bir bu-luşma ve O’nun huzurunda münâcât haline dönüşmektedir.
İbadetlere ilişkin hükümler, tabiatları icabı değişmeye pek açık olmadık-ları için, öteden beri genel kabul gören ibadet uygulamalarını, “çağa uy-durma ve kolaylaştırma” adıyla değiştirmeye çalışmak, fayda yerine zarar vermekte ve insanların dine bağlılıklarını ve samimiyetlerini zedelemekte ve sarsmaktadır. İbadetler, her ne kadar bizzat amaç olmayıp öz itibariyle yük-sek amaçlara basamak niteliğinde ise de, dine bağlılığın ve bir anlamda din-darlığın dışa yansıyan bir göstergesi mesabesindedir. Bu bakımdan sosyo-ekonomik yönü bulunan zekât bir tarafa bırakılacak olursa namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde biçim ve şekli ikinci plana iterek, on dört asırdır süzüle süzüle gelen genel kabulün dışına çıkmak birçok bakımdan sakıncalıdır.