III. Selim’e Sunulan Layihaların Genel Özellikleri

12 mins read

I. Abdulhamid döneminde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durum son derece vahim bir hal aldığından dolayı III. Mustafa döneminde hayata geçirilmiş olan yenileşme hareketleri, bu dönemde ciddi bir şekilde sürdürülememiştir. Bu dönemde meydana gelen Osmanlı Rus savaşı ciddi boyutlarda olduğu için imparatorluğun yoğunlaştığı kısım, doğal olarak ülke güvenliğini sağlamak olmuştur. Bundan dolayıdır ki ıslahat meseleleri söz konusu dönemde kısmen de olsa akamete uğramıştır.

Ancak savaş sırasında Sultan Selim Han tahta geçip Devleti Aliyesinin böyle her yönden durumunun ıslaha muhtaç olduğunu görerek baştan sona her şeyi yenilemeye niyet ve bilhassa nizamlı ordu icadına kesin olarak azmedip işe girişmiştir. Dolayısıyla III. Selim dönemi yenileşme faaliyetleri açısından her alanda oldukça hareketli bir dönemdir.

Selim, babası III. Mustafa’nın hayata geçirmiş olduğu bazı ıslahat fikirlerini uygulamanın; devleti, mevcut durumun içerisinden çıkartacağını ve özellikle askeri alanda daha iyi bir konuma getireceğini düşünerek biran önce bu ıslahatları hayata geçirmek istemiştir. Ancak geçmişte yapılmaya çalışılan ıslahat hareketlerinin hangi sebeplerden ve nasıl bir şekilde sonuç verdiğini bildiği için oldukça dikkatli davranmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine III. Selim, ıslahatların selâmetini sağlamak için onları bir şahsın değil, devletin malı yapmak istedi. Fakat bir devletin nizamının böyle tamamen değiştirilip yenilenmesi, yeni bir devlet meydana getirmekten daha güç olduğu için her ne yapmak gerekiyorsa umumun ittifakı ile yapılmasının temini için âlimlerin en seçkinlerine ve devlet adamlarının büyüklerine, devlet nizamına dair birer lâyiha kaleme almalarını emir ve irade etti.91 Böylece yapılacak olan ıslahatlar sadece bir şahıs bazında kalmayacak, ortak bir fikir ve istişare çerçevesinde hayata geçirilecekti. Bunun üzerine, Orduyu Hümayun henüz Silistre’de iken Serdarı Ekrem Koca Yusuf Paşa’ya gönderilmiş bulunan Hattı Hümayunda, Devlet nizamına dair herkesin fikirleri kaleme alınıp sonra hepsi birden aklı selim sahiplerinin ittifakı ile araştırılıp seçilerek yeni kanunlar vaz’ı ile bundan sonra bunların gereğince hareket edilip işlerin bu prensiplere göre yürütülmesinin padişahın isteği olduğu, şimdiden işe girişmek gerektiği, bu hususta kimsenin haddi ve vazifesi aranmayıp hatası gözetilmeyeceği, herkesin din ve devlete yararlı bildiği düşüncelerini kaleme alıp sonra maddeler topluca ve öz olarak yazılıp hangisi uygun görülürse bütün teferruatı ve gerekli şartlarıyla kaideleri ayrıntılı olarak yeniden kaleme alınması tembihleri yazılı idi. Bütün bu uygulamalardan anlaşılıyor ki bu çabaların temel gayesini, başta düzenli bir ordunun kurulması ve diğer alanlarda da gerekli düzenlemelerin hayata geçirilerek imparatorluğu eski ihtişamına kavuşturma isteği oluşturuyordu.

Selim’in böyle davranmasında devletin içinde bulunduğu durumun, yetkili şahıslar tarafından tespit edilme düşüncesinin yanı sıra, ıslahat programının daha geniş katılımlı olarak gerçekleşmesini istemesi ve yalnız kalma endişesinin de büyük rolü vardır. O, bu yolla hem reformların sorumluluğunu paylaşmak, hem de Nizâmı Cedîde karşı doğacak muhalefeti önlemek istemiştir. Çünkü kendisinden önceki reformcuların teşebbüslerinin ulemâ ve vükelâya bilgi vermemeleri yüzünden başarısızlıkla sonuçlandığını biliyordu. Aynı zamanda III. Selim’e sunulan lâyihalardan devlet adamlarının ıslahat hakkındaki düşünceleri, ıslahatın istikameti ve ıslahatı gerçekleştirecek ekibin üyeleri de kolayca anlaşılacaktı. Bunun yanı sıra bazı tarihçilerin ifadesine göre: Sultan Selim’in devlet adamlarına ve saltanatın yakınlarına, lâyiha takdim etmeleri için izin vermesi, hem lâyihalarında din ve devlete yararlı tedbirler ortaya konulduğunda bunların yerine getirilmesine çalışmaları ve hem de bu vesileyle hepsinin durumunu tecrübe terazisinden geçirerek ileride her birini liyakat ve dirayetine göre istihdam buyurmak maksadına bağlı98 olmasıydı. Böylece III. Selim, bugünden itibaren alacağı önlemlerle ve öğreneceği yetkin kişi seviyeleriyle ilgili ileride atacağı adımlarını daha sağlam bir zeminde atacaktı. III. Selim’in bu derece tedbirli davranması, O’nun kendinden önce yapılmak istenilen ıslahat hareketlerini incelediği ve gerçekleştireceği yeniliklerin devamı için her türlü olumsuz ihtimali dikkate alıp, ona göre hareket ettiğine işaret etmektedir.

Neticede 1792 yılında, devrin ileri gelen devlet adamlarından devletin askeri, iktisadi, siyasi, mali, dini ve ilmi durumuyla ilgili yapılması gerekli ıslahatları havi layihalar istemiştir.100 Toplamda, devletin ileri gelen yirmi iki kişisinden söz konusu lâyihalar talep edilmiştir. Bu lâyihalardan önemli olanların çoğunun ordu adamlarından değil sivil üyelerden gelmiş olması ilginçtir ki bunların on üç tanesi bürokrasiden, beş tanesi ise ulemadan gelmiştir. Ayrıca bu yirmi iki kişiden ikisi, Osmanlı Devleti’nde hizmet veren ve Hristiyanlık dinine mensup kişilerdi. Layiha veren kişilerin isimleri şu şekilde sıralanmıştır:

Sudurdan Veli Efendizade Emin, Sudurdan Salihzade Efendi, Sudurdan Aşir Efendi, Mevalii fihamdan Hayrullah Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Raşid Efendi, Abdullah Berri Efendi, Tersane Emini Hacı Osman Efendi, Kethüdayı Sadrı Âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi, Rikabı Hümayun kethüdalığından munfasıl Rasih Mustafa Efendi, Kudemayı Ricalden Laleli Mustafa Ağa, Mabeynci Mustafa İffet Bey, Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Defterdar Mehmet Şerif Efendi, Tevkii elHac Mehmed Hakkı Bey, Muhasebeyi evvel elHac İbrahim Efendi, Müverrihi meşhur Enveri Efendi, Defter Emini Ali Raik Efendi, Beylikçi Sun’i Efendi, Tezkirei evvel Firdevsi Emin Efendi, Hristiyanlardan biri Osmanlı ordusunda hizmet veren Brentano adlı Fransız subayı, diğeri ise İsveç elçiliği memurlarından M. d’Ohsson’dur.

Layihalar, hem Osmanlı sistemini tarif etmesi, hem de yazarlarının görüşlerini, en özgürlükçü mensuplarının dahi Osmanlı sistemine koyduğu sınırları arka plan ve geleneğin gözlemleri etkileme derecesini ve Osmanlı sisteminde bireyin konumunu sergilemesi bakımından oldukça ilgi çekiciydi. Yukarıda sayılan rical ve ulemadan, hizmete alınmış yabancılardan, yabancı devlet elçisi veya elçilik mensupları dâhil olmak üzere çeşitli kesim ve kimselerden talep edilen ve sayıları şimdiye kadar belirtilenlerden daha fazla olduğu tespit edilen lâyihalar, yapılması gerekenler hakkında değişik fikirler içermekle beraber genelde askeri reformlar ve bunların malî kaynakları hakkında ortak bir yoğunluk arz eder. Odak noktanın askeri ıslahatlar olması, o dönemde imparatorluğun içinde bulunduğu zor şartlar ve ordunun katılmış olduğu harplerde peş peşe gelen olumsuz haberlerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla düşünceler, özellikle Yeniçeri Ocağı ve dolayısıyla eski askeri kurumların nasıl ıslah edilebileceğini ve bunlara çağdaş Avrupa düzeyinde bir reformun nasıl kabul ettirileceği noktasında farklı tedbirler öne sürmekle birlikte bunların çağın ihtiyaçlarına cevap verme yeteneğini kaybetmiş oldukları hususunda ittifak halindedir.105 Özetlenecek olursa, layihalarda, kanunların ve devlet idaresinin ıslah edilmesi, yeni kurulacak ocaklarda gençlerin eğitim ve öğretimi ile ilgilenecek subay ve öğretmenlerin temini, Avrupa askerî neşriyatının Türkçe’ye çevrilmesi, ilmiye yolunun, sikkenin, tophane ve tersanenin ıslahı, cizyenin düzenlenmesi gibi hususlar yer almaktaydı.

Bu lâyihaların ağırlık noktalarını askeri ıslahatlar teşkil etmekle beraber özellikle Tatarcık Abdullah’ın sunduğu lâyihada sosyal ve ekonomik konulara da değinilmiştir. Tatarcık Abdullah’ın lâyihası için “Takdim olunan lâyihalar arasında, geniş malûmata, sağlam muhakemeye müstenit olarak kavrayışlı bir nazarla en iyi yazılmış olanı, Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi’nin lâyihasıdır. Zaten en çok şöhret kazanmış olan lâyiha da budur” yorumları yapılmıştır.

Askeri ıslahatlar hususunda, Tatarcık Abdullah Efendinin düzenli asker oluşumuna dair bazı önerilerde bulunduğunu görmekteyiz. Şöyle ki;

“ Bir akıllı, anlayışlı ve deneyimli yeniçeri ağasını, kol kethüdasını ve beş on kadar da sözü geçer ocak ağalarını seçip elde ederek, onlar aracılığıyla ‘Osmanlı Devleti bundan böyle Yeni Ocağı’na Kanuni Sultan Süleyman zamanında olduğu gibi saygınlık kazandırılacak ve eski yasaya uyulup yeniçeri zümresini öteki zümrelere göre öncelikli kılacaktır’ diye yeniçerileri kazanmaya başlamak ve Sultan Süleyman yasasıdır diyerek kendilerini düzenlemek ve eğitmek işinde istekli, ateşli silahlarla savaşma tekniğini öğrenme ve uygulamaya hevesli duruma getirdikten sonra Hristiyan devletlerin savaş tekniği konusundaki yeni kitaplar dilimize çevrilerek onları düzenleme ve eğitme yolunu önermişti.”1

İlmiye teşkilatından olduğu bilinen ve ulema kimliğiyle tanınan Tatarcık Abdullah Efendi’nin, askeri alanlarda olması gereken ıslahatlarla ilgili bu tür önerilerle gelmesi ayrıca dikkate değer bir durumdur.

Tatarcık Abdullah, lâyihasının bir bölümünü de ilim adamlarının içinde bulundukları durumun ne olduğuna ve nasıl düzeltilip ıslah edilebileceğine ayırmıştır. Bu durum Tarihi Cevdet’te şöyle anlatılmaktadır:

“Evvela kadılık, müderrislik ve mülâzimetler, alınıp satılır olmasın, eskisi gibi verilsin. Verilmesi lazım gelen mülâzemetler bile yalnız hak sahibine ve ileride umut veren kişilere verilmelidir. Ve ona bir ilim adamının ilim ve maarifen gelişmesine çalışmış ve eğitimle gelişip ilerleyen ve gördüğü işlerle bu değeri görülen evlad ve torunlarından madasına eskiden olduğu gibi asla müsaid davranılmayıp göz yummamalıdır. Böylece dikkatli ve iyi bir incelemeden ve hakiki bir imtihandan geçirilmedikçe ve her vakit arz edilip sorularak Padişahın iradesi çıkmadan, Hariç medresesi ruusu verilmemelidir.”

Tatarcık Abdullah Efendi’nin işaret ettiği bu problemler medrese tarihi bağlamında düşünüldüğünde kolay kolay çözülebilecek türden meseleler değildir. Fakat bu adımların atılmasıyla birlikte medrese sisteminde ciddi bir değişim ve dönüşüm zemininin de oluşacağı bilinmektedir.

Selim’e sunulan lâyihalar arasında Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın lâyihası da önemli bir yer tutmuştur. Sadrazam Yusuf Paşa her şeyden önce devletin içinde bulunduğu durumu, ahaliye zulmedilmesi sebebiyle Allah’ın intikam alması olarak açıklar. Ona göre ahaliye zulmedenlerin çoğunluğu Anadolu ve Rumeli’de bulunan ayanlar ve derebeyleri olmakla birlikte bunlar, İstanbul’da rüşvet ve hediyelerle kendilerine bağladıkları şahıslardan cesaret almaktadır. Bunu engellemenin yolu, İstanbul’da bulunan ulema, rical ve bütün görevlilerin tayin oldukları işlerin dışında başka bir şeyle meşgul olmalarının önlenmesi ve bu görevlilerle ayan ve derebeylerinin hediye dâhil her türlü ilişkilerinin kesilmesidir.

Askeri alanda ıslahat yapılması hususundaki düşüncelerine gelince, burada Koca Yusuf Paşa’nın çok daha keskin öneriler ortaya koyduğunu görmekteyiz. Ona göre, bir çeşit genel askerlik ödevi yöntemi ile vilayetlerde milis kıtaları kurulmalı, bunlar savaş zamanı gelince çağırılarak toplatılmalı, savaş yıllarında kendileri ve aileleri vergilerden muaf tutulmalı idi. Aynı zamanda Yusuf Paşa, tımarlı humbaracı ocağının kaldırılmasını, maaşlı asker birlikleri haline getirilmesini öneriyor, humbaracı ve lağımcı ocaklarını cahil neferlerin doldurduğunu, bu yüzden Avrupa silahlarını kullanmasını öğrenemediklerini bildiriyordu. Bu hususta Tatarcık Abdullah süratli topçunun arttırılmasını, bunların da bağımsız bir sınıf yapılmasını teklif ediyordu.

D’Ohsson ise kendi lâyihasında Osmanlı ve Avrupa askeri eğitimini mukayese ettikten sonra Osmanlı Devleti’nin denizde ve karada kuvvetini geliştirmesi için mutlaka bir talimhanenin kurulması gerektiğini belirtiyordu. Lâyihaların verildiği dönemlerden itibaren daha sonraki zamanlara baktığımızda, III. Selim tarafından bu lâyihada sunulmuş olan konuların birçoğunun uygulamaya konulduğunu görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki söz konusu lâyihada ciddi ve aynı zamanda uygulanabilir öneriler sunulmuştur.

Lâyiha sahiplerinin askeri yenilikler hususunda dikkati çektikleri temel noktalardan biri de Avrupa tarzı eğitim meselesiydi ki bu da, yukarıda da görüldüğü gibi başlıca Hristiyan olan lâyiha sahipleri tarafından dile getirilmekteydi. Özellikle XVIII. Yüzyılda Batı Avrupa’nın savaş meydanlarında gelişen ve Osmanlıların Doğu Avrupa’daki düşmanları tarafından da tatbik edilmeye çalışılan savaş tarzına duyulan hayranlığın, dönemin ricali arasında yaygın bir eğilim olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Lâyiha sahiplerinin çoğu “fünunı harbiyye”, “ateşbâzlık”, “fenni cedîdi muharebe üzere tüfenkendâzlık” ve benzeri ifadelerle tanımladıkları bu Avrupa usulü savaş tarzının en önemli koşulunun, askerin düzenli talimi olduğu konusunda ortak görüşe sahiplerdi. Fakat bu konuda herkes hemfikir olmasına rağmen nasıl tedbir alınacağı ve düzenlemenin hangi şekilde yapılacağı noktasında bir birliktelik söz konusu değildi. Bu noktada lâyiha sahipleri üçe ayrılıyordu ve üç temel görüş ön plana çıkıyordu. Bu görüşler kısaca şöyleydi:

Kanuni Sultan Süleyman devrindeki kanunlara göre Yeniçeri Ocağı başta olmak üzere diğer ocaklar düzenlenmelidir,

Islahı düşünülen ocaklara ‘Kanuni Sultan Süleyman kanunnameleri icaplarındandır’ diyerek Avrupa kıstaslarına uygun tarzda bir eğitim verilmeli ve onların silahlarının kullanılması sağlanmalıdır,

Bu aşamadan sonra Yeniçeri Ocağı’nın eski haline dönüştürülmesi çok zordur. Dolayısıyla bu ocağın kaldırılıp bunun yerine Avrupa kıstaslarına ve eğitim sistemine uygun tarzda yeni bir ordu kurulmalıdır.

Yukarıda belirtilen görüşlerden ilkine sahip olanlar ‘muhafazakârlar’, ikincisine sahip olanlar ‘te’lifçiler (uzlaşmacı grup)’, üçüncüsüne sahip olanlar ise ‘inkılapçılar/devrimciler’ olarak nitelendirilmiştir.

Muhafazakârların temel görüşleri;

“ Kanuni Sultan Süleyman devrine gelinceye kadar bizim askerlerimizde kudret ve kuvvet ve komutanlarımızda harp sanatına dair esaslı bilgi vardır. Bu sebepledir ki, bu kadar memleketler aldık. O zamanlar Frenk askeri harp bilmezdi, kanun ve nizamları yoktu. Frenk kralları bunları bizden öğrendiler. Şu halde biz, eski kanunlarımızı yürürlüğe koyarsak ordumuzu düzene koyabiliriz ”

şeklindeyken, devrimcilerin temel görüşleri ise;

“Devletin kanunnameleri zamanla bozulmuş ve ortaya birçok fesatlar çıkmıştır. Bu fesatların kaldırılması devlet kuvvetiyle olabilir. Hâlbuki eski kanunnameleri canlandırmak devlet için bir kuvvet değildir. Çünkü bu kanunnameler zamanın ihtiyaç ve icaplarına uymaz. Şu halde yeni esaslara dayanan yeni tedbirler düşünmek gerektir. Mevcut asker ocaklarını ıslah etmeyi düşünmek bir kurtuluş çaresi değildir. Çünkü bu ocaklar hiçbir surette istenilen şekilde ıslah edilemez. Mesela bugün yeniçeri olmak için, yeniçerilik haklarından faydalanmayı sağlayan ve bir nevi maaş cüzdanı olan esame elde etmek kâfi gelmektedir. Çiftçiler, esnaf ve daha başka iş güç sahipleri şu veya bu şekilde ve çok kere para ile esame satın alarak yeniçeri sıfatını kazanmaktadırlar. Meslek ve çoluk çocuk sahibi olan bu gibi kimselerin talim ve terbiye ile uğraşacak vakitleri olmadığı gibi, aile ve işlerini bırakarak harp yapmaya ne istek, ne de hevesleri vardır. Bu itibarla yeniçeri ocağı ortada mevcut yeniçerilik ulûfesinin yenmesi için, heyulası kalmış, ruhu ve karakteri ise kaybolmuş bir örgüttür. Yeniçeri erliği ve subaylığı devlet için bir hizmet işi olmaktan çıkmış, kişinin özel menfaatini sağlayan bir iş halini almıştı. ”

şeklinde oldukça sert bir dille ifade edilmekteydi. III. Selim, lâyihalarda sunulan bu önerilerden birisini seçmek durumundaydı. Böylece en son öneri olan devrimcilerin düşüncesini seçti ve bu düşünceyi iyice benimsemiş gençlerden bir ıslahat ekibi kurarak ekibin başına İsmail paşazâde Esseyyid İbrahim İsmet Efendiyi getirdi. Ve böylece, III. Selim nezdinde, lâyihalarda ortaya çıkan görüşler çerçevesinde ıslahat hareketlerine fiilen başlanılmıştır.

Şuheda Günçe

SAMER

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe