“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Yahut ‘Bizden önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helak mi edeceksin?’ dememeniz içindir. Hakka dönsünler diye işte âyetleri böylece ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’râf, 7/172-174)
Mealini verdiğimiz bu ayetlerde; yaratılışta insanoğlunun sorumlulukları hak-kında bilgi sahibi olduğu veya bu bilgiye ulaşma konusunda gerekli donanıma sahip olarak yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu nedenle biz insanların mükellefiyetlerimizi yerine getirmekte herhangi bir mazeret veya bahane ileri sürmeye hakkımızın olma-dığı açık şekilde görülmektedir.
Müfessirler bu ayetleri iki farklı anlam vererek açıklamışlardır:
Birincisinde; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdet-miştir. Ayrıca bu sözleşmeye onların bizzat kendilerini veya bir kısmını diğerleri hakkında şahit tutmuş ya da bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit ol-duklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olma-dıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta ken-dilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir.
İkincisinde ise; bu ayetlerde belirtilen sözleşmenin mecazi anlamda olduğu ve bu olay, dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleştiği; zürriyetlerin anne rahmine yerleşip organik oluşumunu ta-mamlaması sürecinde Allah Teâlâ’nın insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendi-sinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirdiği ifade edilmiştir. Buna göre Allah (c.c) her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve bir-liğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadisi de (Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18) bu gerçeği anlatmaktadır. Böylece Allah (c.c) sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tas-dik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır. Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar söz konusudur (Kur’an Yolu, 2/489-490).
Farklı iki şekilde açıklanan bu ayetlerin konusu insanoğlunun bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni ayniyle tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inanmamız gerekmektedir. Bizler bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir bilgiye sahip olamayabiliriz. Ancak, konumuz olan son ayette işaret buyurulduğu üzere biz insanlara düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığımıza ve bu hususta bizlerden söz alındığı-na iman edip, verdiğimiz bu söze sadık kalmaktır.