“Dediler ki: ‘Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı tekrar diriltileceğiz?” (Mü’minûn, 23/82)
‘İnanmıyorum’ demek kolaydır, ama bir o kadar zor. Kolaydır, çünkü ‘inanmı-yorum’ kelimesi ağızdan bir çırpıda çıkar nihayetinde. Tıpkı diğer söylenmesi kolay kelimeler gibi: ‘Uykum geldi’, ‘karnım acıktı’, ‘üşüdüm’, ‘inanmıyorum’. Aslında di-ğerleri gibi değildir, o kelime. Doğal değildir, çünkü. İnsan soğuk olunca üşür, sı-caktan terler, ama doğa, toprağın derinliklerinden göğün yükseklerine kadar hayatı cıvıl cıvıl haykırırken, inanmamak hiç de doğal ve kolay değildir. İnanmayan insan, düşünmemiştir yeterince, göz gezdirmemiştir doğadaki olaylara. Zihinleri karışıktır, inanmayanların, bazen her şeyin sahibinin Allah olduğunu düşünseler de, ‘Yedi Gö-ğün Rabbi, Arşın Rabbi; Allah’tır’ deseler de, öldükten sonra çürümüş bedenlerinin tekrar hayat bulacağını bir türlü akılları almaz (Mü’minûn, 23/85-86).
Bazen inançsızlara, uyarıları yapanlar sıradan insanlar da değildir. Bir Peygamber çıkar karşılarına, anlatır onlara, bıkmadan, usanmadan. Karşılığında düşünür ya da düşünür gibi yapar inanmamakta direnen insan; “Bunlar, peygamberlik iddiasın-da bulunan adamın uydurduğu sözler”, der, ya da “başkalarından almış olmasın?” diyerek kendini avutur (Mü’minûn, 23/4-5). Oysa bilse “O kitabı, göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir.” (Mü’minûn, 23/6) Bu öğütleri veren Allah’tır. Aklı almaz, bir türlü direnen insanın, “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşıda, pazarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!” diye mırıldanır (Mü’minûn, 23/8). “O’nun benden ne üstünlüğü var ki?” der. “Hadi, hazinesi olsa, ürününden besleneceği bir bahçesi olsa” takılayım peşine ama… Yok, işte, yok!
Aslında bilse ki, “bütün peygamberler yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi.” (Mü’minûn, 23/20) Allah, inanmamak için direnen insanı “bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlığıyla baş başa bırakır” (Mü’minûn, 23/54), onu paraya boğar, inançsızın ço-cukları olur, boy boy… Bu dünyadan hiç ayrılmayacağını sanır (Mü’minûn, 23/55-56). Din duygusundan yoksun, zamanla kendi nefsinin arzusunu tanrılaştırır (Mü’minûn, 23/43). Aslında böyle yapmakla farkında olmadan insanlıktan çıkar, hatta hayvan-dan daha aşağı duruma düşer (Furkân, 25/44). Acınacak haldedir artık, dünyada ya-pıp ettikleri, “ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse serabı su sanır, yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz ya! İşte öyle. Veya inançsızın dünyada yaptığı işler derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Hırçın dalgalar her yanını sarmıştır, üstüne karanlık bulutlar çökmüştür, karanlık içinde yeni bir karanlığın başladığı, göz gözü görmez bir deniz üzerine gelmektedir.” (Nûr, 24/39-40) “Allah onun amelini dağılmış zerreciklere çevirmiştir” (Furkân, 25/23).
Derken hayat biter, o zaman anlar her şeyin boş olduğunu. “Rabbim! Beni dün-yaya geri gönder, ne olur geri gönder, güzel şeyler yapayım” diye yalvarır. Hayır! Bu arzu, boş hayaldir. Onun arkaya, dünyaya, sevdiklerine, çocuklarına, parasına ve itibarına dönmesine engel bir perde çoktan çekilmiştir (Mü’minûn, 23/99). Beklemek-ten başka çaresi yoktur artık.
Hesap günü, şaşkınlığı ve pişmanlığı daha da artar, “(çaresizlik içinde) ellerini ısırıp, homurdanır: ‘Ne olurdu, ben de peygamberin yolundan gitseydim. Yazıklar olsun bana, keşke beni yoldan çıkaranları dost edinmeseydim! Kur’an da hazır bana kadar gelmişti! Beni, dost bildiklerim saptırdı.”
Mizan, sorgu derken, tutarlar onu, yüz üstü, yaka paça cehenneme sürüklerler (Furkân, 25/34). Artık kimden yardım istesin? Çok güvendiği çocuklarından, akra-balarından, adamlarından da yardım isteyemez ki! “Sûr’a üfürüldüğü zaman, ne aralarında soy-sop yakınlığı kalmıştır, ne de birbirlerini arayıp soracak durumda-dırlar” (Mü’minûn, 23/101). Tartısı da pek hafif gelmiştir hani, (Mü’minûn, 23/102) bir savunma yapabilsin.
Ateş yüzünü yalamaya başlamıştır bile. Cehennem çok yakınlarda bir yerlerde olmalıdır. Yüzü kavruluverir, sırıtıyormuş gibi, dişleri öne çıkıvermiştir (Mü’minûn, 23/104). Çektiği acıya mı yanmalı, çirkin suratının hâline mi?! Derken Allah seslenir, bir umut doğmuştur, içine. Acaba affedilecek midir? “Ayetlerim sana okunuyordu ve sen onları yalanlıyordun, değil mi?” der Rabbi. Titrek bir sesle cevaplar, Rabbini: “Ey Rabbim! Ben azgınlığıma yenik düştüm, sapıttım. Ey Rabbim! Beni buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersem yine at,” ama şimdi çıkar, ne olursun!”
Allah seslenir, son kez: “Aşağılık içinde kal orada, artık benimle konuşma” diye (Mü’minûn, 23/105-108). ‘Aman Allah’ım ses kesildi, Allah bana bir şans daha vermiyor. Mahvoldum, ben!…’ diye hayıflanır. Çok geçmez, “görevliler ellerini boynuna bağlarlar, tepesi üstü cehennemin daracık bir yerine atıverirler, onu. Ümitleri tama-men tükenmiştir, artık. Yok olmak ister, unutulmak, hiç olmamış olmak. Bir ses ku-laklarında yankılanır, uzaklardan, o an: “Bugün bir kere yok olmayı isteme, birçok kere yok olmayı iste!” diye (Furkân, 25/13-14) …
Orada onu yeni bir hayat beklemektedir, hiç kolay olmayan bir hayat. Öyleyse öte dünyada benzer durumlara düşmemek için, hazır elimizde fırsat varken, inancı-mızın gereğini yapalım, dinimizi yaşayalım.