“Hani onlardan bir topluluk demişti ki: ‘Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?’ Onlar da, ‘Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)’ demişlerdi.” (A’râf, 7/164)
Bu ayet-i kerimede hitap edilen kitle Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerdir. Onlar ayet-i kerimede bahsedilen konu hakkında bilgi sahibi olduklarından dolayı olay, özlü bir üslûpla anlatılmaktadır. Şöyle ki; deniz sahilinde yaşayan bir kasaba halkına cumartesi günü, iş yapmamak ve sırf ibadet etmek zorunluluğu yanında balık avlamak da haram kılınmıştı. Fakat onlar ilahî bir imtihana tabi tutuldular. Balıklar tatil günü olan cumartesi günü, diğer günlere nazaran akın akın ta sahile kadar gelirken diğer günlerde ise denizin derin yerlerinde dolaştıklarından, onlar balıkları bir hayli zahmet çekerek avlayabiliyorlardı. Bu böyle bir süre devam ettik-ten sonra onlardan bazıları iradelerine hâkim olamayarak hürmet ettikleri cumartesi gününde Allah’ın koyduğu yasağa rağmen O’nun emir ve tavsiyelerine muhalefet ederek o günde balık avlamaya başladılar. Bu durum karşısında bir grup insan da, “Allah’ın yasak etmesine rağmen böyle bir şeyi nasıl yaparsınız! Cumartesi günü balık avlamak size haram kılınmadı mı?” diye onlara nasihat etti ise de bu nasihat sınır tanımazların aşırılıklarını daha da körüklediğinden nasihat edenler de bunun faydasız olduğunu düşünerek ümitsizliğe kapıldılar ve olaya sessiz kaldılar.
Başka bir grup insan daha olaya müdahale ederek onları ısrarla engellemeye ça-lıştılarsa da bu durum uzadıkça uzadı. Bunun üzerine çabalarının boşuna olduğunu düşünenler, ısrarla irşattan yana olanlara “Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?” diyerek na-sihatin boşuna bir çaba olduğunu söylediklerinde; diğerleri cevaben, “Biz, kötülük karşısında susmakla kendimizi kurtaramayacağımız, görevimizi yaptık diyemeye-ceğimiz için onlara öğüt veriyoruz. Onların durumlarını düzeltmelerinden, hakka dönmelerinden ümitsiz değiliz. Belki onlar, içinde bulundukları hâlden sakınırlar, onu terk ederler ve tövbe ederek Allah’a dönerler. Allah da onların tövbelerini kabul eder, merhamette bulunur.” diyerek en azından uyarı görevlerini yapmış sayılmak ve böylece Allah katında sorumluluktan kurtulmak yanında, uyardıkları kişilerin hatalarını göstererek durumlarını düzeltmelerine yardımcı olabilecekleri ümidiyle onları irşat ettiklerini belirtiyorlardı.
İlgili ayette bu kasaba halkının üç tip insan topluluğundan meydana geldiği gö-rülmektedir:
Allah’ın yasaklarını çiğneyenler,
Allah’ın hükümlerine uymakla birlikte günahkârların ıslah edilmesi konu-sunda kötümser olup irşadın yararsız olduğunu düşünenler,
İrşadın terk edilemez bir görev ve sorumluluk olduğunu, ayrıca bu hususta ümitsiz ve karamsar olmamak gerektiğini düşünenler. Âyetin üslûbundan, en ideal davranışın bu sonuncuların davranışı olduğu anlaşılmaktadır.
Şu halde müminler, özellikle ilim irfan sahibi kişiler, kendileri Allah’ın buyruk ve yasaklarına uyarak temiz bir hayat yaşadıkları gibi başkalarının da doğru yolda olmalarını sağlamak için bıkıp usanmadan irşat görevlerini yerine getirmelidirler. Gerçek bir eğitimci ve irşatçının kötümser bir yaklaşımla, kötülükleri çaresiz ve şifasız kabul edip bir kenara çekilmesi doğru bir davranış değildir. Ayrıca bizzat peygamberler de dâhil olmak üzere insanlar bu hususta ne ölçüde başarılı oldukla-rından değil, bu yolda gerektiği kadar ve gerektiği şekilde çaba gösterip gösterme-diklerinden sorumludurlar (Kur’an Yolu, II, 613-614), hidayet ise yalnız Allah’tandır (Bakara 2/272; Nahl 16/37; Kasas, 28/56).
Eğer bir toplum içinde birtakım kötülükler, zulümler, ahlaksızlıklar işleniyorsa unutmayalım ki Rabbimiz sadece o toplum içindeki günahkârları değil toplumun öteki üyelerini de hesaba çekecektir. Suçlulara “neden bu günahları işlediniz?” diye, diğerlerine de “neden bu insanları uyarmadınız? Niçin onlara Allah’ın âyetlerini duyurmadınız?” diye hesap soracaktır. Rabbimizin bu sorgulaması karşısında “Ya Rabbi! Sen şahitsin ki ben bana düşeni yapmıştım, ben elimden geldiği ve becerebil-diğim kadarıyla bu insanları uyarmıştım, bu insanlara senin kitabını duyurmuştum” diyebilmemiz gerektiğini hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.