“De ki: Şüphesiz ben, size ne zarar verebilir ne de fayda sağlayabilirim. De ki: Gerçekten beni Allah’a karşı hiç kimse asla koruyamaz ve yine asla O’ndan başka sığınacak kimse de bulamam.” (Cin, 72/21-22)
Cenab-ı Hakk’ın “ed-Darru ve’n-Nafiu (zarar ve fayda veren)” anlamına gelen bu iki ismi gönül derinliklerimize kazınmalıdır. Nitekim imanın altı şartını sayarken “hayır ve şerr”in Allah Teâlâ’dan olduğuna inanmanın farz olduğunu öğrenir ve öğ-retiriz. Allah dilemeden hiçbir kimse bir diğerine fayda veya zarar veremez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“De ki: Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyor-sunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.”
“De ki: Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar vere-cek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müj-deleyiciyim.”
Kâinatta olan her şey sebepler zinciri içinde meydana gelse de Allah Teâlâ’nın izni ve dilemesiyle olmaktadır. O’nun izni olmadan bir yaprak dahi düşemez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve de-nizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”
Yüce Allah, bütün tabii olaylar gibi, dünya ve ahiret mutluluğunu da birtakım sebep ve şartlara bağlamıştır. Sebebini yerine getirmeden bir işin kendiliğinden ol-masını istemek, ilahi kanunlara aykırıdır. Yüce Allah (c.c)’tan bir şey istemenin yolu, o şeyin sebeplerine başvurmaktır. Mesela çocuk edinmenin yolu evlenmek, kazanç sağlamanın yolu çalışmak olduğu gibi, cenneti istemenin yolu da dinin emirlerine uymaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Biz, önce istediğimiz şeylerin sebepleri-ni yerine getirmek durumdayız, üzerimize düşeni yaptıktan sonra, gerisini ister ha-yır ister şer olsun Allah’ın takdirine bırakırız. Takdire rıza gösteririz. Üzerine düşeni yapmadan; “Allah ne takdir ettiyse o olur” demek tevekkül değildir. Veren ve alan, zarar ve fayda veren, alçaltan ve yücelten Allah Teâlâ’dır. Her kim veren ve alanın, zarar ve fayda verenin, yükselten ve alçaltanın Allah’tan başkası olduğuna inanırsa, Allah’ın Rubûbiyetine şirk koşmuş olur. Resûlullah (s.a.s)’ın İbn Abbas’a söylediği şu söz bunu açıkça belirtmektedir:
“Bilesin ki ümmetin tamamı sana bir yarar vermek için bir araya gelecek olsalar, Allah’ın yazdığından başka bir yarar veremezler; yine sana bir zarar vermek için bir araya gelecek olsalar, Allah’ın yazdığından başka bir zarar veremezler. Artık kalemler kalkmış ve sayfalar kurumuştur” (Ahmed b. Hanbel, l/303,307).
Ayrıca mezarlardan, türbelerden yardım ummak da şirktir ve büyük günahlar-dandır. Buralarda yatan zatları, beşer üstü niteliklere sahip varlıklar gibi görmek, bu zatların duaları kabul ettiği veya kendilerinin aracılığı olmadan duaların makbul olmayacağı, ya da insanların geleceklerine yön verdikleri, fayda ve zarar verdikleri… gibi ilahî-rabbanî kudretlerinin olduğuna inanmak da aynı şekilde şirktir. Bu gibi inançlarla bir kısım ihtiyaç ve dilekleri onlara arz etmek, türbe ve çevresine çul-çaput bağlamak, mum yakmak, onlar adına adakta bulunmak, huzurlarında kurban kesmek vb. hususlar, tevhid dini olan İslam’ın ana prensipleriyle kesinlikle bağ-daşmayan bidat ve hurafeler cümlesinden olup insanı şirke götürebilecek oldukça tehlikeli düşünce ve davranışlardır.