Yahya Kemal’in, “Büyük Itrî’ye eskiler derler, /Bizim öz mûsıkîmizin pîri; /O kadar halkı sevkedip yer yer, /O şafak vaktinin cihangîri, /Nice bayramların sabâh erken, /Göğü, top sesleriyle gürlerken, /Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i” mısrâlarıyla başlayan ve onun Türk mûsıkîsindeki yerini tüm metinlerden güzel ve özlü bir dille terennüm eden şiirinde ifâde ettiği gibi “öz mûskıkîmizin pîri” olan Itrî, sâdece bir hânende ve bestekâr bir mûskıkîşinas değil, aynı zamanda şâir tezkirelerinde adı geçen ve Yine Yahya Kemal’in aynı şiirinde “O ki bir ihtişamlı dünyaya / Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; / Âdetâ benziyor muammâya; / Ulemâmız da bilmiyor kimdi? /O eserler bugün defîne midir? Ebediyyette bir hazîne midir? / Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?” mısrâlarında gönderme yaptığı gibi muamma ustası bir şâir, Tuhfe-i Hattâtîn gibi hattat biyografilerinde kayıtlı ve ta’lik hattında usta bir hattattır. İstanbul dışında ikâmet ettiği ve İstanbul surları dışındaki evinde bahçe işleriyle uğraşmaktan zevk aldığı için kendisine Itrî mahlasının verildiği rivâyet edilmiştir. Ayrıca bunun Buhurî ile de yakın anlamlarda bir kelime olduğuna dikkat edilmelidir.
İstanbul’da Mevlânâkapı semtinde doğan ve (IV.) Mehmed döneminde sarayda mûsıkî hocalığı ve hânendelik yapan ve M. Bardakçı’nın neşrettiği, Topkapı Sarayı’nda bulunan bir hazîne tezkeresinden, Temmuz 1682’de günlük 60 akçe ile cariyelere mûsıkî hocalığı yaptığını öğrendiğimiz bu büyük üstâdın pâdişah tarafından sık sık çağırılıp eserlerinin kendisinden dinlendiği de kaynaklar tarafından kaydedilmiştir. N. Özcan’dan öğrendiğimize göre, saraydaki küme fasıllarında bulunduğu sıralarda, kendi isteğiyle, kabiliyetli ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin mûsıkîsi hakkında onlar vâsıtasıyla bilgilenmek için, esirciler kethüdâlığıyla görevlendirildiği de söylenir. Kendisinin Yenikapı Mevlevîhânesi’ne devam ettiği, ney üflemeyi de burada öğrendiği bilgisi bâzı yakın dönem kaynaklarında yer almıştır. Bu bilgi, Yahya Kemal’in mısrâlarına da “Vâkıâ ney, kudüm gelince dile, / Hızlanan mevlevî semâıyle / Yedi kat arşa çıkmış “Âyîn”i” şeklinde aksetmiştir. Buradaki “Âyîn”den kasıt, bestelediği N’at-ı Mevlânâ veya segâh âyînidir.
Dinî mûsıkîmizin en güzel örneği olan ve “Söylemiş saltanatlı Tekbîr’i” mısrâında kendisine gönderme yapılan segâh tekbîr, câmi mûsıkîsinin şâheserlerinden kabûl edilir. Itrî’ye âit olarak mecmuâlarda kaydedilen bütün şiirler kendisine âit olmasa ve bu mahlasla başka şâirler bulunsa bile yine Yahya Kemal’in revnaklı kalemi kendisinden pek çok eserin bize intikâl etmemiş olabileceğini dillendirir: “Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader / Belki binden ziyâde bestesini, / Bize mîrâsı kaldı yirmi eser. / “Nât”ıdır en mehîbi, en derini.”
Itrî, erken cumhuriyet dönemi uygulamalarından biri olarak rafa kaldırılan ve millete Garp mûsıkîsini dayatan yanlış inkılâpların 70’li yıllara yansıyan bir tartışmasının da öznesi olmuştur. Bu kavgada, bir bediî zevk meselesi olarak dahi Türk mûsıkîsine tahammül edemeyen Batıcı millî şuur düşmanlarının hedefi hâline gelen Itrî, büyük Türkçü Nihâl Atsız Bey tarafından savunulmuş ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonunda, 1971 yılının Aralık ayında bir geceyi “Itrî Gecesi” adıyla Türk mûsıkîsi konserine tahsis eden Kültür Bakanlığına saldırarak millî kültürü ve Itrî Efendi’nin şahsında tek sesli Türk müziğini aşağılayan Suna Kan’a, “Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de kaybedecek değildir. Çünkü, o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır. Fakat dünyaya bir Itrî gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı. Çünkü o, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı (…) Suna Kan’ın hücumlarına rağmen de Itrî tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, millî ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik ayakta duracaktır” sözleriyle çok sert bir yanıt vermiş ve Itrî’nin bizim için ne ifâde ettiğini en beliğ ifâdelerle ortaya koymuştur.
Itrî, Yahya Kemal’in diliyle, “Tâ Budin’den Irâk’a, Mısr’a kadar, / Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hür esen rüzgâr”ların, bütün baharlardan ses götürdüğü, bizi toplayan bir dehâ, “Yedi yüz yıl süren hikâyemizi” ihtiyâr çınarlardan dinlemiş, millî târihimizin ulularındandır.
Göktürk Ömer Çakır