17. asır Osmanlı ilim dünyâsının, çeşitli alanlarda pek çok eser vermiş ansiklopedist bibliyografı. Orhan Şâik Gökyay, ulemâ arasında Kâtip Çelebi, Dîvân-ı Hümâyûn üyeleri arasında Hacı Halîfe adıyla tanındığını söyler. Batılı oryantalistler de genellikle Hacı Halîfe adıyla kendisinden bahsetmişlerdir. Kâtip Çelebi 14 yaşında Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinden Anadolu Muhasebeciliği Kalemi’ne girerek hesap kâidelerini, erkam ve siyâkat yazısını öğrendi. Sonraki yıllarda gerek babasıyla berâber gerek onun ölümünden sonra tek başına, orduyla birlikte Hemedan, Bağdat ve Erzurum’a yönelik çeşitli sefer ve kuşatmalara iştirâk ettikten sonra İstanbul’da Kadızâde Mehmed Efendi’nin derslerine katıldı. Bulunduğu bir doğu seferinde Halep’te konaklanmasından istifâde ederek hac farîzasını yerine getirdi. 1635’te (IV.) Murad’ın Revan seferinde bulunduktan sonra kendi ifâdesiyle küçük cihattan büyük cihâda dönerek hayâtını bütünüyle ilmî çalışmalara hasretti.
Kâtip Çelebi hem kendisinden evvelki İslâm düşünce târihinin önemli duraklarıyla hem de ilgilendiği ilmî sâhaların Batı’da geldiği noktayla alışveriş hâlinde olan ve belki de yaşadığı çağın ilerisinde yer alan bir mütebahhir âlimdir. Onun devlet anlayışı ve târih görüşünün İbn Haldûn’un uzviyetçi/biyolojist bakış açısıyla örtüştüğü, insan ömrünün merhaleleri gibi devlet ve toplumun da çeşitli gelişim merhalelerinden geçtiği düşüncesinin kendisinde hâkim olduğu görülür. Bu bağlamda Naîmâ ve Cevdet Paşa’yı etkilemiş ve İbn Hâldun’la Geç Osmanlı târih düşüncesi arasında bir verâset halkası teşkîl etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte mukadder bir târih tasarımı olan bu şemadan, Naîmâ (“Pes bu takdirce her cem’iyyet zaman-ı inhitât nihâyetine varmak lâzım olmayıp (…) bir tabîb-i hâzıkın tedbirine mukârin kıldığı gibi”) ve Cevdet Paşa’nın, birtakım tedbirlerle çöküş ve gerilemenin önlenebileceği kanaatine sâhip olarak irâdî bir nazarla ayrıldığını belirtmeliyiz. Batılı bilimsel çalışmalardan yararlanma konusunda Osmanlı kültür târihinin ilk örneği olan Kâtip Çelebi, Fransız mühtedîsi Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla bâzı târih ve coğrafya çalışmalarını, Lâtince’den çevirmiş, bilhassa Osmanlı memleketlerinin ilk sistematik coğrafya kitabı olan ve bu ilim sâhasında Doğulu anlayıştan kopuşu temsil eden ilk çalışma kabûl edilen meşhûr eseri Cihannümâ’da Batı menşeli yeni bilgilerden istifâde etmiştir. Târih-i Kostantiniyye ve Kayâsire ile Târih-i Frengî adlı eserleri de bu tür çeviri faaliyetlerine yaslanılarak oluşturulmuştur. Ayrıca Gerardus Mercator’un Atlas Minor adlı eserini de Cihannümâ’nın belli kısımlarına kaynak oluşturmak üzere tenkitli ve açıklamalı olarak çevirmiştir. Diğer yandan eserlerinde kullandığı Antik Çağ bilgisinin de Osmanlı kültür târihi açısından ilgi çekici olduğunu söylemek gerekmektedir. Bu kullanımın, 17. asırda yükselen Yeni Aristoculuk düşüncesiyle bağı ve Kâtip Çelebi’nin bu eğilimlerden haberdâr olup olmadığı sorusu merak uyandırıcıdır. Kendisinden hemen sonra Müneccimbaşı’nın da Câmiü’d-düvel’inde antik çağları mevsuk kaynaklardan anlatması Kâtip Çelebi’nin, bu ilginin başladığı noktada durduğu düşüncesini akla getirebilir. Bu asırda, Evliya Çelebi’nin de daha iptidâî bir atîkiyat bilgisini kullandığı görülürken, bir sonraki asırda Atina kadısı Mahmud Efendi’nin Târih-i Medînetü’l-Hukemâ (1738)’sıyla bu eğilimler bizde de akis bulmuş sayılabilir.
Kitaplara çok düşkün olan ve bâzı geceler yaktığı mumu söndürmeyi ihmâl ederek sabahlara dek okuduğu bilinen Kâtip Çelebi’nin ilgisini en çok târih, tabakât ve vefeyât eserleri çekmiştir. Ayrıca bir olayı aydınlatmak için pek çok farklı kaynağa bakarak modern denilebilecek kadar ilmî yöntemleri benimsemiş, Fezleke ve Âdem’den başlayıp 1648’e kadar cereyan eden vakaların kronolojik cetveli olan Takvîmü’t-tevârih adlı eserlerini telif ederken elinden 1300 kitabın geçtiğini belirtmiştir. En önemli eseri sayabileceğimiz Keşfü’z-zunûn’da 9.000’den fazla yazar ve 15.000 kadar bilim dalı hakkında bilgi vermiş, bu çalışmasının mukaddimesi olarak, bugün dahi önemli bir referans teşkîl edebilecek bir bilim felsefesi metnini ortaya koymuştur. Meselâ orada, bilimlerin tasnifi ve niteliklerinin açıklanması konusunu bile bir bilim saymış, hatta Allâme Şerîf’ten naklen, “Bilimin niteliğinin anlaşılması, hakkında söylenenlerin en güzelidir” sözünü aktararak metod ilmini bütün ilmî faaliyetlerin gümrahına yerleştirmiştir. Batı dünyâsında da ilgi gören ve oryantalizm çalışmaları için muazzam bir mehaz kıymeti olan bu çalışma 1835 – 1858 yıları arasında Gustav Flügel tarafından Lâtinceye çevrilerek Leipzig’te basılmıştır. Fârâbî ve İbnü’n-Nedîm gibi büyük isimlerin ilim tasnifi ve bibliyografya geleneğine bağlı olarak kendisinden önceki Taşköprülüzâde’nin Miftâh el-saâde’sinden de epey yararlanarak hazırladığı bu kitap, dilimize ancak 2007 senesinde kazandırılabilmiştir.
Kâtip Çelebi bütün bu ilmî faaliyetleri içinde toplumsal meselelerden uzak kalmamış, 1645’te başlayan ve yılarca süren Girit seferi münâsebetiyle halkın mânevîyâtını yükseltmek için eski deniz zaferlerimiz hakkındaki Tuhfetü’l-kibâr fî esfâri’l-bihâr (Deniz Seferleri Hakkında Büyüklere Armağan)’ı kaleme almıştır. Son eseri olan Mizânü’l-hakk’ta da devrin din adamlarının hiçbir fayda hâsıl olamayacağı gibi toplumsal gerilimlere de sebep olan tartışmalarını, boğuldukları taassuptan bütünüyle uzak müsbet bir bakışla ele almıştır. O, Mizân’ın mukaddimesinde yazdığı gibi, hiçbir faydaya mâtuf olmasa da “mutlak ilim” adına elden geldiğince öğrenmeyi tebliğ eden bir ilim mübeşşiridir.