Roma Kilisesinin, havari Petrus’a dayandırdığı bu üstünlük iddiası, onun savunduğu şekilde olmasa da, Hıristiyanlığın diğer önemli merkez leri olan iskenderiye, Antakya ve Kudüs gibi kiliseler tarafından genel ola rak kabul görmüştür. Ancak bu üstünlük iddiası ve tartışmaları daha çok, Hıristiyanlığın Roma devletinin baskı ve zulmünden kurtularak devletin himayesini kazandıktan ve arkasından da devletin resmi dini haline gel dikten sonraki süreçte yoğunlaşmıştır. Bu süreçte Roma imparatoru 1. Konstantin, Milan fermanıyla (Ms 313) Hıristiyanlığa özgürlük tanımış, 330 yılında ise İmparatorluk merkezini doğuya, İstanbul’a aldırarak bu kenti Yeni Roma ilan etmiştir. Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olmasın dan sonra İstanbul’daki kilisenin de Hıristiyan dünyasındaki önemi artmış ve kısa süre sonra bu kilise, -daha önce 325’te İznik konsili kararıyla A postolik (Havariler tarafından kurulduğu) kabul edilen- Roma, İskenderi ye ve Antakya gibi önemli merkezlerin arasına dahil edilmiştir. Bu bağlam da 381 ‘de düzenlenen İstanbul konsilinde, siyasi otoritenin de himayesiyle İstanbul Kilisesi, statü olarak Roma’dan sonra ikinci sıraya yükseltilmiştir. Roma Kilisesi, siyasi otoritenin dini otoriteye dayanak yapılmasına karşı çı karak konsilin bu kararını reddetmiş, ancak fazla etkili olamamıştır.
Hıristiyanlığın 380 yılında devletin resmi dini haline gelmesinden sonra o döneme kadar devletin baskısından dolayı yeterince kurumsal laşamamış Hıristiyan Kilisesi, bu kez devletin himayesinde örgütlenme ve kurumsallaşma sürecini tamamlamaya başlamıştır. Bu süreçte kilise, çoğu zaman Roma toplumunun eski inanç ve uygulamalarını da özüm seyerek Hıristiyanlaştırmış ve kendi geleneği içerisinde bunları yaşat mıştır. Kilise, bu karşılıklı etkileşim sürecinde, örgütlenme modeli ola rak, Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve idari yapısını kendisine örnek almış ve yönetim birimleriyle bu birimlerin başına getirilen kimselere de Roma İmparatorluğu’nun siyasi literatüründe kullanılan unvanları ver miştir. Bu bağlamda putperest Roma başrahibinin Pontifex Maximus şeklindeki unvanı da daha sonraki dönemlerde Roma piskoposu (Papa) için kullanılmaya başlanmıştır.
395 yılında Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma adıyla ikiye bölünmesinden sonra başta İstanbul olmak üzere doğudaki Kilise ler ile Roma Kilisesi arasındaki ilişki yeni bir sürece girmiştir. Bu süreçte Roma Kilisesi büyük oranda Latin kültürüne bağlı kalarak Avrupa’nın kuzeyine doğru yayılmaya devam etmiş, doğudaki Hıristiyanlar ise önce Nesturi, sonra da Monofizit mezheplerinin ortaya çıkmasıyla ana toplu luktan kopmuştur. Özellikle Monofizit ayrışmasıyla doğudaki üç önemli kiliseden İskenderiye ve Antakya eski gücünü ve ana Hıristiyan kitlesi içindeki ağırlığını büyük oranda yitirmiş ve böylece, aynı zamanda Bi zans devletinin desteğini de arkasına almış olan İstanbul Kilisesi, doğu Hıristiyanlığındaki liderlik konumunu pekiştirmiştir. Sonraki dönemde ana gövde Hıristiyanlığın iki büyük merkezinden biri olan İstanbul Kili sesi, büyük oranda Grek kültürüne bağlı ve devlet denetiminde bir geli şim seyri gösterirken, imparatorluğun batı bölgesinde 476 yılında Batı Roma Devletinin yıkılmasıyla ciddi bir otorite boşluğu meydana gelmiştir. Bu durumu kendi lehine değerlendiren Roma Kilisesi doğudaki İstan bul Kilisesinden farklı olarak hızla dünyevi siyasal bir güç haline gelmiş tir. Bu süreçte Roma kilisesi Batı Hıristiyan dünyasında en büyük otorite merkezi ve yerel güç odakları arasındaki iktidar kavgalarında sonucu be lirleyen önemli bir güç odağı haline gelmiştir. Bu durum Batı’da, Roma Kilisesinin devlet ve siyasi irade üzerinde büyük bir güç elde etmesine ve siyasi irade odaklarının kendilerini büyük oranda Kilise liderliğinin denetiminde hissetmelerine neden olmuştur. Roma Kilisesinin yüzyıllar boyu devam eden bu siyasi etkinlik sürecinde, artık ortada kiliseyi dene tim altında tutacak güçlü bir imparator da bulunmadığı için Papa, kendi sini en büyük güç sahibi olarak görmeye başlamıştır. Bu bağlamda bir süre sonra papalık, imparatorlar için kullanılan bazı unvanları da papalar için kullanmaya başlamış ve papalığı, hem dini hem de siyasi alanda bü tün Hıristiyanların en üstün liderlik kurumu kabul etmiştir.
Avrupa’nın birbiriyle mücadele eden küçük yerel krallıkları üze rinde Roma Kilisesinin bu etkin siyasal gücü uzun süre devam ettikten sonra, 800 yılında Papa III. Leon’un Frank kralı Charlmagne’ı imparator olarak kabul edip taç giydirmesiyle kilise-devlet ilişkilerinde yeni bir sü rece girilmiş ve devletle kilisenin iç içe olduğu bir dönem başlamıştır. Ancak bu süreç uzun sürmemiş ve birkaç yüzyıl sonra kilise kendisini yi ne en önemli ve tartışılmaz güç odağı olarak görmeye başlamıştır. Özel likle devletin gücünün zayıfladığı ve iktidar kavgalarının yoğunlaştığı 11 . ve 13. yüzyıllar arasında papalar, kendilerini her türlü dünyevi otoritenin üzerinde görmüş ve bunu açık bir biçimde ifade etmiştir. Bu bağlamda 1054’teki Ortodoks ve Katolik ayrışmasından hemen sonra Roma Katolik Kilisesinde papalık görevini yürüten VII. Gregory (1073-1085) devletin kutsal niteliğini, imparatorun Tanrı’nın vekili olduğu sıfatını ve yönetici lerin piskopos atama yetkisini kaldırmış ve papalığı en üstün otorite ilan etmiştir. O, Tanrı tarafından verildiği için, ruhani iktidarın dünyevi iktida rın üstünde olduğunu ve ruhani iktidarın sahibi olan papanın, dünyevi iktidarı elinde tutan imparatoru yargılayıp azledebileceğini savunmuş ve dönemin kralı IV. Henry’i görevinden azletmiştir. Roma Kilisesinin ruha ni ve dünyevi alanlarda en üstün otorite olduğu anlayışı sonraki papalar tarafından da devam ettirilmiş ve bu durum sonraki yüzyıl boyunca pa paların krallarla sürtüşmesine neden olmuştur.
Kilise ile devlet yöneticileri arasında yaşanan bu mücadeleler, 16. yüzyılın hemen başında, Fransa Kralı Philip ile Papa VIII. Bonfica (1294-1303) arasında, Fransa’daki Kilise mülklerinin vergilendirilmesi meselesinden dolayı bir kez daha tekrarlanmış ve bu defa kavga, kili senin aleyhine sonuçlanmıştır. Fransa kralı, papa nın, kiliseyi dünyevi otoritenin de üstünde kabul eden kararını ciddiye almamış ve papalığı ekonomik baskı altına alarak isteklerini kabul etmek zorunda bırak mıştır. Bu süreçte Fransa kralı, 1309 yılında, papalığı güney Fransa’daki Avignon’a aldırarak yeni papaların seçiminde Fransız krallığının etkin olmasını sağlamıştır. Roma Kilisesinin Avignon’daki bu zorunlu ikame ti yetmiş yıl kadar sürmüş ve bu durum Yahudi tarihinde yetmiş yıl ka dar süren Babil esaretine benzetilmiştir. 1378 yılında ise durum daha da çetrefilli bir hal almış ve Kilisenin kendi iç çekişmelerinin etkisiyle biri Avignon’da diğeri ise Roma’ da olmak üzere iki ayrı papanın oldu ğu bir döneme gelinmiştir. Bu papaların kilise içerisinde olduğu gibi dışarıda da değişik devletler tarafından destekçileri bulunmaktaydı. 1409 yılında bir grup kardinalin, Pisa kentinde yeni bir papa seçmesiy le birlikte papaların sayısı daha da artarak üçe çıkmıştır. Batı Hıristiyan dünyasındaki bu bölünmüşlük bir süre daha devam ettikten sonra dö nemin etkin devletlerinin devreye girmesiyle Constance konsili (1414-1418) düzenlenmiş ve uzun müzakereler sonucunda bu üç papanın görevine son verilerek 1418 yılında yeni bir papa seçilmiştir. Böylece Batı Kilisesinde tek papa dönemine yeniden dönülmüş, ancak yaşanan bu uzun kargaşa dönemi, Roma Kilisesinin güç ve itibarını derinden sarsmıştır. Aynı süreçte kilise, farklı dini öğretileri savunan bazı akım larla yoğun bir mücadele içine girmiş ve bu baskıcı tavır, kilisenin fark lı görüşlere yakın olan kesimler üzerindeki saygınlığını azaltmıştır. Ni tekim 16. yüzyılda Martin Luther, Jean Calvin ve Ulrich Zwingli gibi re form önderlerinin öncülük ettiği Protestan Kiliselerin ortaya çıkmasıyla Roma Katolik Kilisesi bir kez daha ciddi bir bölünme ile karşı karşıya kalmıştır. Bu bölünme sürecinin sonunda ağırlıklı olarak kuzey ve batı Avrupa’daki Hıristiyanların büyük bir çoğunluğu Katolik anlayışını red dederek Protestan inancını benimsemiştir.
Reform hareketi, Roma’nın Batı Hıristiyanlığı üzerindeki ruhani hakimiyetini parçalamanın ve Protestanlığı kabul eden bölgelerde bu hakimiyete son vermenin yanında Roma Katolik Kilisesinde de bir karşı reform hareketinin başlatılmasına neden olmuştur. Bu amaçla özellikle Protestan grupların gündeme getirdiği konular, 1545-1563 yılları arasın da düzenlenen Trent konsilinde ele alınmış, istismara açık olan bazı uygulamalar terkedilmiş ve aynı zamanda Katolik inancının doğruluğu tekrar vurgulanmıştır. Katoliklerin Protestanlara yönelik bakış açısının da belirlendiği bu konsil sonucunda Roma Katolik Kilisesi, merkeziyet çi-otoriter yapısını daha da pekiştirmiştir. 1869-1870 yılları arasında dü zenlenen 1. Vatikan Konsilinde ise papanın yanılmazlığı, öğretisinin de ğiştirilemeyeceği ve dolayısıyla da herhangi bir kurulun onayına sunu lamayacağı kararı alınarak bu gelenekçi yapının sürdürülmesi gerektiği tekrar teyit edilmiştir. Bu kararlı tutumuna rağmen, aydınlanma ve sana yileşme süreci ile yaşanan siyasi devrimler, Roma Katolik Kilisesinin çe şitli sorunlarla yüz yüze geldiği ve modern hayata uyumda zorlandığı bir dönemi beraberinde getirmiştir. Bu dönemde kilise aleyhtarı yöne timler, kilisenin siyasi ve sosyal alandaki gücünü büyük oranda kısıtla mayı başarmıştır. Katolik Kilisesi modern hayatın getirdiği bu zorlu sü reç karşısında uzun süre ciddi bir inisiyatif geliştirememiş ve ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında kendi anlayış ve yapılanmasını çağın şartlarına uydurmak için önemli bir girişimde bulunmuştur. Bu çerçevede 1962-65 yılları arasında il. Vatikan konsili toplanmış ve özellikle halk kitleleri ni ilgilendiren günümüz yaşam tarzını kolaylaştırıcı, Katolik karşıtlığını azaltıcı bir dizi karar alınmıştır. Bu bağlamda bazı ibadet ve ayinlerin ye rine getirilmesinde kolaylıklar sağlanmış, Hıristiyan halka Latince dışın da kendi dillerinde ibadet etme hakkı tanınmış ve laiklerin dini’ işlere katılabileceği bazı düzenlemeler yapılmıştır. Aynı konsilde farklı Hıristi yan gruplarının birliğini sağlamaya yönelik diyalog faaliyetlerinin öne mine dikkat çekilmiş ve Hıristiyan birliğini yeniden oluşturmak için ge rekli çabaların gösterilmesi kararı alınmıştır. Konsilde ayrıca diğer din mensuplarına yönelik geleneksel bakış açısı da gözden geçirilmiş ve Hı ristiyanlık dışındaki dinlerde de insanı kurtuluşa eriştirecek bazı haki katlerin bulunabileceği kabul edilmiştir. Bu bağlamda diğer din men suplarıyla iyi ilişkiler kurmak, çağın inançsızlık sorununa karşı dinlerin dayanışmasını sağlamak ve diğer din mensuplarına Hıristiyanlığı daha iyi tanıtabilmek amacıyla dinlerarası diyalog girişimlerinin başlatılması kararı alınmış ve bu amaçla 1964 yılında “Hıristiyan Olmayanlar Sekre teryası” oluşturulmuştur. Günümüz dünyasında değişik din mensupla rıyla diyalog faaliyetlerini yürüten bu sekreteryada, İslam ile ilgili de bir masa oluşturulmuştur. Ancak alınan bütün bu kararlar ve modernleşme girişimleri Kilise içerisinde birtakım farklı yaklaşımlara, sorunlara ve uy gulama zorluklarına neden olmuştur.
Mehmet Katar